Beni yüreklendirdikleri ve
sundukları katkılar için
Onur Eylül, Melike,
Oktay Hoca ve
Berke ile Burcu’ya…
Ey okur! Ne denli acayip, garip ve tuhaf kökenleri, anlamları ve hikâyeleri var ki bu üç sözcüğün, bir bilsen!
Ama zamanda yolculuk yaparak etimolojik kökenlerine ve geçmişte üzerlerine yüklenen anlamlara bakmadan önce bu sözcüklerin günümüzde nasıl tanımlandıklarına bir bakalım, bugünkü kavrayışımızı anlamak için. “Acayip”, “garip” ve “tuhaf” sözcükleri, aralarında dikkate değer nüanslar olmakla birlikte günümüzde eş anlamlı olarak ve birbirlerinin yerine kullanılıyor. TDK sözlüğündeki tanımlarına bakarak bir toparlama yaparsak bu sözcükler sağduyuya, göreneğe, olağana aykırı olan ve bu nedenle şaşırtan, yadırgatan ve dolayısıyla anlaşılması güç olan şeyleri nitelemede kullanılıyor.
Bu tanımlamaya göre acayip, garip ve tuhaf olan şeyler doğal ve normal olmadıkları gibi makul, akla yatkın ve doğru da değildirler. Ayrıca, öteden beri yerleşmiş olan alışkanlıklara da aykırıdırlar. Özetle, bu tür şeyler, eski köye yeni âdet getirirler.
Tam da bu sebeple acayip, garip ve tuhaf sözcükleri, niteledikleri şeylerin şaşırtıcı ve yadırgatıcı oldukları gibi ciddiye alınmaması gereken, gülünç şeyler olduğunu da ima eder, ki TDK sözlüğü de söz konusu üç sözcüğün böyle bir çağrışımı ve yan anlamı olduğunu teyit eder. Bununla birlikte, acayip, garip ve tuhaf olan şeyler, yeni, farklı ve alışılmadık oldukları için bizde sıklıkla endişe, korku ve tedirginlik de uyandırır.
Aslına bakılırsa bu iki refleksin, yani alışık olduğumuzdan farklı şeyleri önemsiz ve hatta komik bulmamızın ve bunlardan rahatsızlık duymamızın altında benzer bir dinamik vardır: Her ikisi de, beynimizin mevcut kategorilere yerleştiremediği bilgileri reddetme isteğiyle alakalıdır. Peki beynimiz bunu neden yapar? Toplam vücut kitlemizin yaklaşık %2’sine tekabül eden beynimiz, buna karşın toplam enerjimizin yaklaşık %20’sini tüketir. Bu nedenle enerjiyi tutumlu bir şekilde kullanmak zorundadır. Beynimiz bunu, iç ve dış dünyamızdaki örüntüleri tespit ederek ve bu örüntülere alışarak/bunları alışkanlıklara dönüştürerek yapar. Böylelikle bizi çevreleyen dünyayı ve içsel dünyamızı her seferinde sil baştan değerlendirmek ve bilgi olarak tekrar tekrar işlemek zorunda kalmayız.
Alışkanlıklar ve aşina örüntüler içerisinde kendini güvende hisseden beynimiz acayip, garip ve tuhaf şeylerle karşılaştığında bu süreç alt üst olur! Bu şeyler beynimizi eski varsayımlarını sorgulayarak yeni baştan ve alışık olmadığı şekillerde düşünmeye zorlar. Bu ise beynimizde bir tür gerilime ve direnişe sebep olur.
Yukarıda gördüğümüz üzere yeni ve farklı olana yönelik bu gerilim ve direniş, acayip, garip ve tuhaf sözcüklerinin TDK tarafından tanımlanış biçimine de yansımıştır. Peki bu sözcüklerin etimolojileri ve geçmişteki kullanım biçimleri bunu destekler nitelikte midir?
Bu soruya yanıt aramaya “acayip” sözcüğüyle başlayalım: Söz konusu sözcük “şaşırmak ve hayret etmek” anlamına gelen Arapça “‘aciba” fiilinden türemiştir. Ayrıca, soru sorarken sıkça başvurulan bir zarf olan “acaba” ve onun arkaik formu olan “acep” ile kökteştir.
Bu noktada şaşırma, hayret etme ve soru sorma edimlerinin sıklıkla çocuklarla ve çocuklukla ilişkilendirildiğini anımsayalım. Çocuklar, henüz beyinlerinde fazlaca örüntü ve alışkanlık üretmemiş olduklarından karşılaştıkları pek çok şey onlar için yeni, farklı ve “acayip”tir. Dolayısıyla da yetişkinlere sıradan gelen pek çok şeyi büyük bir merak duygusuyla karşılarlar. Bu da onları sürekli soru sormaya yöneltir. Öyle ki, 2007 yılında 1 ila 5 yaş aralığındaki çocuklarla yapılan bir araştırmada, çocukların bir saatte ortalama 107 soru sorduğu tespit edilmiştir.[1] Konuya ilişkin farklı alanlardan sayısız örnek verilebilir elbette, fakat Avusturyalı yazar Peter Handke’nin “Çocukluk Şarkısı” başlıklı şiirinde “Çocuk henüz çocukken hiçbir şey hakkında fikri yoktu / Alışkanlıkları yoktu” dizelerinin ardından çocuğun sorduğu sorulara birbirinin peşi sıra yer vermesini bu bağlamda düşünebiliriz, örneğin.[2]
Buradan hareketle, “acayip” sözcüğünün etimolojik olarak yenilikler karşısında duyulan çocuksu bir şaşkınlık ve hayret ile merak ve soru sorma isteğine işaret ettiğini söylersek bu aşırı bir yorum olmaz. Kitap satışı yapılan herhangi bir sitede bu sözcüğü tarattığımızda karşımıza “Acayip Kitaplar” adında çocuk kitapları basan bir yayınevi ile Uğurböceği Yayınları’ndan çıkan “Şu Acayip …” serisinin yanı sıra başlığında “acayip” sözcüğünün yer aldığı çok sayıda çocuk kitabına denk gelmemiz de bu argümanı destekler.
Burada ufak bir parantez açarak modern öncesi dönemde, tasavvuf literatüründe “hayret” duygusuna dikkate değer bir vurgu yapıldığını not edelim. Tasavvuf bağlamında Tanrı’nın yeryüzündeki tecellilerini seyretmekle ilişkilendirilen hayret duygusu da şaşırma ve soru sorma edimleri gibi çocuklukla kesişiyor. Cüneyd-i Bağdadi’nin “Düşüncenin ulaşabildiği son nokta hayrettir” ifadesini ve sufilerin “Rabbim, hayretimi artır ve bana eşyanın (şeylerin) hakikatini göster” duasını anımsayalım. Senai Demirci, bunu şöyle yorumluyor: “Bu dua ‘Çocukluğumu keşfettir bana!’ demeye geliyor sanki. ‘Hep çocuk kalayım!’ diye tercüme edilmeyi hak ediyor.”[3]
Nitekim, çocuksu bir yönü olan hayret, şaşırma ve soru sorma hâllerini kendinde keşfeden ya da bu hâlleri hiç yitirmeden ruhunda bir şekilde diri tutan yetişkinler de yok değildir. Bunu mümkün kılan şeylerden biri her daim yolculuk yapmak olmuştur, ister fiziksel olarak, ister tarih ve coğrafya yoluyla zihinsel olarak. Çünkü bu edim bizde şaşkınlık ve hayret üretir, aklımıza nice sorular getirir ve bilgilerimizi yeniden değerlendirmemizi mümkün kılar. Bir ülkeye ilk kez seyahat ettiğimizde orada âdeta çocuk gibiyizdir, bu yeni alanda bizim için her şey yepyeni ve alışılmadıktır; kısaca her şey ziyadesiyle acayiptir! Farklı tarihsel dönemler ve coğrafyalar hakkında bir şeyler okuduğumuzda da benzer bir hissiyata kapılırız.
Ne acayiptir ki, geçmişte, daha doğru bir tabirle, modern öncesi dönemde yetişkinlere hitap eden kitaplarda sık sık “acayip” sözcüğüne ve türlü acayipliklere rastlarız! Hatta, Osmanlı ve İslam coğrafyasında 13. yüzyıldan itibaren coğrafya ve seyahat konularını ele alan kitaplar bir “acayip literatürü” dahi oluşturmuş, bu kitaplar “Acâibü’l-Büldân” (Beldelerin/Şehirlerin Acayiplikleri) “ve “Acâibü’l-Mahlûkât” (Yaratılmışlıkların Acayipleri) gibi isimlerle adlandırılmıştır. Literatüre dâhil olan eserlerin başlıklarında geçen “acâib” kelimesi ile “harikalar, görülmemiş ve duyulmamış garip şeyler” kastedilmiştir.[4]
Bu literatürde yer alan ve bir tür ansiklopedi işlevi gören kitapların oldukça kapsamlı içerikleri vardır. Ele aldıkları konular arasında şunlar sayılabilir: Denizler, adalar, dağlar, nehirler, ilginç yeryüzü şekilleri, bitkiler, hayvanlar, taşlar, madenler, uzak ülkeler ve buralarda yaşayan insan toplulukları, uzay ve uzay cisimleri, meteoroloji olayları, tutulmalar, deprem gibi jeolojik olaylar, antik döneme ait mimari eserler, vs. Ne ilginçtir ki, bu kitaplarda eş zamanlı olarak mitlere, mucizelere ve bugün batıl olarak nitelenen inançlara yer verildiği gibi olağanüstü ve gerçekdışı varlıklardan da söz edilir. Anlatılanların tümü o günün yazarlarına ve okurlarına “acayip” gelmiş olsa gerek ki, bugün gerçek ve gerçekdışı olarak birbirlerinden katı ve net bir şekilde ayrılan iki kategoriye giren konular hep beraber “acayip” başlığı altında ele alınmıştır.
Bu durum “acayip literatürü”nün geç dönem örneklerinden biri olan Evliya Çelebi Seyahatnamesi için de geçerlidir. Talât Halman’ın ifadesiyle, kendine özgü üslubuyla gerçekle kurmacayı, nesnel doğrularla hayalleri, bilgilerle rüyaları büyüleyici bir şekilde sentezleyen bir yapıttır Seyahatnâme.[5] Evliya Çelebi, bu yapıtında gezip gördüğü yerleri anlatırken, bugün akla hiç de yatkın gelmeyen olağanüstü ve fantastik durum ve olayları somut gerçekliklerle aynı düzlemde ele alır. Hatta bir adım daha ileri giderek söylemek gerekirse, bunları somut gerçeklikler olarak aktarır. Ve de, Yeliz Özay’ın Evliyâ Çelebi’nin Acayip ve Garip Dünyası adlı tezinde ve kitabında ortaya koyduğu üzere —tıpkı acayip literatüründe yer alan diğer eserlerde olduğu gibi— Evliya Çelebi Seyahatnâme’sinde de hem gerçekler hem de olağanüstülükler “acayip” ve “garip” sıfatlarıyla nitelenir. Bunun nedeni, Hilmi Yavuz’un ifade ettiği gibi Evliya Çelebi’nin yaşadığı 17. yüzyıl Osmanlı toplumunda bugünden hayli farklı bir episteme’nin söz konusu olmasıdır: Bu episteme’de mitolojik ve anektodal (rivayete dayalı) duyum ve bilgiler, gerçeğe dayalı bilgilerle aynı düzlemde ve eş değerdedir.[6] Yani bu dönemde, gerçek/somut ve gerçekdışı/hayalî olan arasında bir ayrım yapılmamış ve dolayısıyla bunların arasında bir hiyerarşi kurulmamış, her ikisi de insanı hayrete düşürmesi bakımından “acayip” sıfatıyla nitelenmiştir.
Bu bakımdan Evliya Çelebi Seyahatname’sindeki hikâyelerin bugün daha ziyade çocuk kitapları olarak yayımlanması ve çizgi filmlere uyarlanması tesadüfi değildir. Çünkü tıpkı “acayip” sözcüğünün etimolojisine içkin olan şaşırma, hayret etme ve soru sorma edimleri gibi gerçek, somut, nesnel ve maddi olan ile gerçekdışı, kurmaca, hayalî ve manevi olanın iç içe geçmesi ve aralarındaki sınırların belirsizleşmesi de çocukluk dönemini karakterize eden olgulardır. Öyle ki, bir araştırmaya göre çocuklar zamanlarının yaklaşık üçte ikisini gerçek dünyayla iç içe geçen “gerçekdışı” bir dünyada, en azından somut gerçeklikler kadar hayal güçlerinden de beslenen oyunlar oynayarak geçirirler.[7] Bu nedenle de, günümüzde yetişkinler için genellikle salt gerçek, akıl, norm veya alışkanlık dışı olan “acayip” addedilebilirken çocuklar için bu bağlamda bir ayrım söz konusu değildir. Ama yukarıda gördüğümüz gibi bu durum, en azından modern öncesi dönemde maddi, manevi veya zihinsel yolculuklara çıkan yetişkinler için de pek farklı değildir.
Bu yazının merkezinde yer alan üç sözcükten ikincisi olan ve Evliya Çelebi Seyahatnâmesinde “acayip” kadar öne çıkan “garip” sözcüğünün etimolojisinin de yolculukla ilişkili olması bu bakımdan dikkat çekicidir: “Garip” sözcüğü, “ayrılmak”, “uzaklaşmak” ve “yola gitmek” anlamlarına gelen Arapça “garaba” fiilinden türetilmiştir. Sözcüğün, kök anlamına en yakın olan ilk anlamı da, vatanından uzakta, yani gurbette olan kişidir.
Sözcük buradan hareketle “yabancı”, “egzotik” ve “ayrıksı” anlamlarını da yüklenmiştir, çünkü vatanından uzakta bir yerde olan kişi, oranın yerlilerinden farklıdır. Tam da bu nedenle kendisiyle karşılaşanlarda ilgi, merak ve yeni sorular uyandırdığı gibi kendisi de onlara ve dünyalarına yönelik çocuksu bir merak içerisindedir. Buradan hareketle “acayip” ile “garip” arasında, bu iki sözcüğün etimolojik çıkış noktaları farklı olsa dahi kayda değer bir koşutluk olduğunu söylemek mümkündür.
Doğup büyüdüğü yerden ve dolayısıyla kendine benzeyen insanlardan uzakta bulunan “garip” kişinin ayrıksılığı, sözcüğün sıfat hâlinin biri olumlu, diğeri olumsuz iki anlam daha kuşanmasına sebep olmuştur çünkü, deyiş yerindeyse, ayrıksılık eş zamanlı olarak hem bir “lütuf” hem de bir “lanet”tir. Sözcük “kendi cinsi arasında eşi ve benzeri bulunmayan, tek ve nadir olan” anlamında bir sıfat ve dahası edebî tenkit eserlerinde “ilginç”, “eşsiz”, “tek” ve “orijinal” anlamında bir övgü ifadesi olarak dahi kullanılmıştır.[8] Fakat ayrıksı olan tekil ve özgün olduğu gibi aynı zamanda yalnız olduğu için sözcük “kimsesiz”, “zavallı” ve “biçare” anlamları ile “dokunaklı”, “üzücü” anlamlarını da yüklenmiştir. Bütün bu sıfatlar sanki, eşsiz, benzersiz, özgün, tekil ve farklı olmanın zorlayıcı, sancılı ve hüzünlü bir yanının da olduğuna işaret ediyor gibidir.
Sözcüğün bu ikili mahiyeti, tasavvuf literatüründe de karşılığını bulmuştur. Fakat burada altı çizilmesi gereken, bu literatürde gurbetin, olanca güçlükleri vurgulanmakla beraber bir değer olarak benimsenmiş olmasıdır. Birden, bütünden ayrı düşerek kesret/çokluk âlemine, yani dünyaya geldiği, bu bakımdan gurbette olduğu varsayılan insanın, geldiği yere özlem duyan, ayrılık acısı çeken bir garip olduğu farklı yollarla ifade edilir bu literatürde.
Mevlana’ya ait Mesnevi’nin meşhur ilk 18 beyiti bu ifadelerin en bilinen örneklerindendir. Mesnevi şu beyitlerle başlar: “Dinle, bu ney neler hikâye eder / Ayrılıklardan nasıl şikâyet eder / Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan / Erkek ve kadın müteessir olmakta ve inlemekte”. Fakat bu beyitlerin devamında ney’in hem zehir hem panzehir, hem demsâz (dost, sırdaş) hem müştak (arzu eden, hasret çeken) olduğu ifade edilir. Çünkü tasavvufta dert, aynı zamanda dermandır: Bu kavrayışa göre yeryüzünde kendini kaynağı olan bir ve bütünden uzakta, gurbette hisseden insan tam da bu hasretinden dolayı o bir ve bütün olanla kavuşmak için manevi bir yolculuğa çıkar. Mevlana’nın söz konusu 18 beyitten bir diğerinde “Ney, kanlı bir yolculuktan bahseder” diyerek ifade ettiği bu sancılı, ancak içerisinde gizli bir hediye barındıran bu yolculuğun adı “seyr-i sülûk”tur. Nitekim, “meslek” ile aynı kökten olan “sülûk” bir yola girmek, bir yol tutup o yolda yürümek anlamına gelir. Kişi yolda seyrederken ideal olarak kendini bulacak, aradığı bir ve bütünün kendi içinde olduğunu fark edecek ve “Ene’l-Hakk” (gerçek, hakikat, Hakk benim) düşüncesine ulaşacaktır.
Fakat bu yolculuk, illa bir tarikate —ki “tarikat” de yol demektir— girerek yapılan manevi bir yolculuk olmak ya da bununla sınırlı kalmak zorunda değildir. Evliya Çelebi’nin yola çıkma saikini, Muhammed Peygamber’i rüyasında görüp ondan şefaat dileyeceği yerde, bir lapsus’la seyahat dilemesi olarak açıklayışı bu iki yolculuk türünün aslında iç içe geçtiğini ima eder gibidir. Fakat bu iç içe geçiş, tasavvuf literatüründe çok daha vurguludur. Bunu, örneğin Yunus Emre’nin şu meşhur dizelerinde duyumsarız: “Acep şu yerde varm’ola (var mıdır?) / Şöyle garip bencileyin (benim gibi) / Bağrı başlı gözü yaşlı / Şöyle garip bencileyin / Gezdim Rum ile Şam’ı / Yukarı illeri kamu (bütün/hep) / Çok istedim bulamadım / Şöyle garip bencileyin.”
Dahası, tasavvufta fiziksel yolculuk ve bu bağlamda garip olma hâli tavsiye edilen bir durumdur. Bu bakımdan yolculuğun, seyr-i sülûk bağlamında bir metafor olmaktan çıkıp pek çok sufi tarafından fiziksel bir olgu olarak da tecrübe edildiği görülür. Öyle ki, tasavvufun erken dönemde kaleme alınmış temel kaynaklarından birinin yazarı olan Kelâbâzî, sufileri tanımlarken onlardan “dünyayı terk ederek vatanlarından ayrılan, dostlarını bırakarak memleket memleket dolaşan” kişiler olarak bahseder. Bunun yanı sıra, sufilerin vatanlarını terk ettikleri için “gurebâ” (garibler), memleket memleket dolaştıkları için “seyyâhîn” (seyyahlar) diye adlandırıldıklarını da ifade eder. Benzer şekilde, ünlü mutasavvıflardan Cüneyd-i Bağdadi tasavvufun üzerine kurulduğu sekiz özellikten ikisi olarak tanımlar gurbet ve seyahati.[9]
Bu durumu tasavvufi bakış açısıyla şöyle yorumlamak pekâlâ mümkündür: Kıyas zihnin en temel işlevlerinden olduğu için, insan kendinden başkalarıyla ve kendinden farklı olanlarla karşılaşmaksızın kendi üzerine düşünemez. Kendine benzemeyenlerle, yani “acayip” olanlarla karşılaştığında insan çocuksu bir şaşkınlık ve hayret içerisine düşer ve sorular sormaya başlar. Buna, kendini diğerlerinden farklı olduğu için “garip” ve “gariban” hissettiği hüzünlü bir anlaşılmazlık hâli de eşlik eder elbette. Fakat zaman zaman sancılı ve acı verici olsa da bu süreçte önce başkalarını anlamaya çalışan, sonra onlar üzerinden kendine bakan insan kendini daha yakından tanımaya başlar.
Bu yolun sonunda kişi —elbette ideal durumda— vuslata erer. Bu, bir tür başkalarıyla ve kendisiyle yeniden buluşmadır: Ne başkalarının “acayip” ne de kendisinin “garip” olduğunu fark eden insan, kendinden farklı olanlarla aynı öz ve kaynaktan geldiğini, onlarda her ne varsa kendisinde de olduğunu fark eder. Yani, bir ve bütünü kendi içinde taşıdığını görerek kendini bilir ve böylece Rabb’ini de bilmiş olur. Ego-benliği ve üzerine yüklenen/yüklediği kimlik ve aidiyetleri böylelikle çözülen insan, bu bakımdan bir tür yeni, ikinci çocukluk dönemi yaşar dahi denilebilir. Böylelikle seyr-i sülûk’ta daire tamamlanmış ve başa dönülmüş olunur aslında. Bu bakımdan tasavvuf yolunda, fiziksel yolculukların da manevi yolculuklar kadar elzem görülmüş olması, kişinin kendini bilmesi yolunda kendinden başka ve farklı olanlarla karşılaşmasının önemine işaret eder gibidir, elbette mesele bütünüyle buna indirgenemeyecek olsa da.
Peki bütün bunların “tuhaf” ile ilgisi ne olabilir? Tuhaf, “hediye” anlamına gelen Arapça “tuhfe” sözcüğünün çoğuludur. Çünkü hediyenin makbulü benzersiz veya nadir, yani olumlu manada “acayip” ve “garip” olanıdır.[10] Ve ne ilginçtir ki, tıpkı acayip ve garip gibi, “tuhfe” sözcüğünün de yolu geçmişte hem fiziksel hem de manevi yolculuklarla kesişmiştir. İster gezerek ister okuyarak olsun bilgi edinmiş kimseler zaman zaman bir muhatabın sorusuna cevap olarak, zaman zaman da doğrudan kendi istekleriyle okurlara hediye bâbında çeşitli eserler kaleme almış ve bunlara başlık verirken “tuhfe” adını kullanmışlardır.[11] Yani kendisi “acayip” ve “garip” olanı bir şekilde deneyimlemiş olan insanlar, bu deneyimlerinden süzdükleri bilgileri okurlarına hediye ederek onları da merak, şaşkınlık ve hayretlerine ortak etmişlerdir.
Örneğin 14. yüzyılda yaşayan Faslı seyyah İbn-i Battuta’nın 117.000 km’lik geniş bir coğrafyayı katederek gezip gördüğü yerlere dair edindiği bilgileri ve gözlemlerini aktardığı sehayatnamenin orijinal adı Tuhfetü’n-Nüzzâr fî Garâʾibi’l-Emsâr ve ʿAcâʾibi’l-Esfâr’dır. Bu başlık günümüz Türkçesine kabaca “Beldelerin Garipliklerini ve Seyahatlerin Acayipliklerini Merak Edenlere Bir Hediye” olarak çevrilebilir. Çağına dair oldukça ayrıntılı ve renkli bir dünya tablosu sunan bu eser, farklı coğrafyalara ait yemek tariflerinden bayram ve matem giysilerine, siyasetten tasavvufa kadar o dönemin insanıyla ilgili pek çok konuda bilgi içerdiği için[12] bugün merakını ve şaşırma duygusunu diri tutan okurlar açısından da bir başucu kitabı ve büyük bir hediye olma niteliğini koruyor hâlâ.
Benzer şekilde, 17. yüzyılda yaşayan Osmanlı şairi Nâbi, halktan ve saraydan kişilerin talebi üzerine şiir formunda kaleme aldığı hac seyahatnamesini Tuhfetü’l-Haremeyn (Mekke ve Medine Hediyesi) olarak adlandırmıştır. Bu eser, başlığında “tuhfe” sözcüğünü içeren pek çok hac seyahatnamesinin en bilinen örneklerinden biridir.
Fakat elbette, “tuhfe literatürü” yalnızca fiziksel yolculuklara ilişkin değildir. Aslına bakılırsa, başlığında “tuhfe” yer alan kitaplarda kıymetli taşlardan hat sanatına, lâle bahçelerinden denizciliğe, devlet yönetiminden silahşörlüğe çok çeşitli konular ele alınmış ve bu eserleri kaleme alan yazarlar, başka insanların soru veya talepleri üzerine bilgilerini o günün ve bugünün okurlarına hediye etmişlerdir.
Bu literatürdeki en dikkat çekici türlerden biri de sözlüklerdir. Osmanlı’da sözlüklerin “tuhfe” adıyla, bir tür hediye olarak kaleme alınmaları ve muhataplarına takdim edilmeleri bir gelenekti. Bu da bir tesadüf olmasa gerek. Sadece bu yazıyı yazarken ve okurkenki deneyimimizi düşünmemiz bile yeterli. Yalnızca üç sözcükten hareketle çıktığımız bu kısa yolculuk bile bana ve dilerim ki sizlere de yeni bilgiler hediye etti, başka tarih ve coğrafyalara götürdü, şaşırttı ve yeni sorular sordurdu…
Madem “acayip”, “garip” ve “tuhaf” sözcükleri hep bir şekilde soru sormayla ilişkileniyor, bu yazıyı birkaç soruya yanıt arayarak sonlandıralım: Modern öncesi dönemde nötr, hatta olumlu oldukları varsayılabilecek çağrışımları olan, hatta olumsuz diyebileceğimiz anlamlarında dahi gizli ve gizemli bir olumluluk hâli barındıran bu sözcükler neden günümüzde akla, sağduyuya, normlara, geleneğe, âdetlere aykırı şeylere işaret etmeleri bakımından yadırgatıcı, gülünç ve tedirgin edici anlamlara bürünmüş olabilir? Beyin alışkanlıklarına ve aşina olduğu düşünsel kategorilere kaçmaya meyilliyse ve yeniliklerden fazlaca hoşlanmıyorsa, bunun geçmişte de böyle olması ve “acayip”, “garip” ve “tuhaf” sözcüklerinin o zamanlarda da olumsuz mana ve çağrışımları olması gerekmez miydi? Ve son olarak, çocukların acayip, garip ve tuhaf şeylere yönelik yaklaşımı neden modern öncesi dönemin yetişkinlerine benziyor olabilir?
Bu sorulara yanıt aramaya konunun beyinle ilgili olan kısmına odaklanarak başlayalım. Evet, beynimiz bedenimizin enerjisini tutumlu bir şekilde kullanmak için alışkanlıklara sığınır ve bu alışkanlıklarla örtüşmeyen yeni bilgileri almaya pek de gönüllü olmayabilir. Üstelik, bu eğilimin enerji tasarrufu dışında bir sebebi daha vardır: Beynimiz, eski alışkanlıklardan belirli fayda ve kazanımlar elde ettiği için bunların tekrarı hâlinde yeniden dopamin salgılar, ki bu bir tür ödüldür.[13] Hem fazla efor sarf etmekten kaçınmak hem de kendini ödüllendirilmiş hissetmek isteyen beynimiz, bu nedenlerden ötürü gündelik hayatımızın yaklaşık yarısına karşılık gelen bir süreyi bir tür oto-pilot modunda geçirir.[14] Ayrıca yine aynı nedenlerden ötürü alışkanlıklarını terk etmekte zorlanır.
Fakat nörobilim alanında yapılan çalışmalarda beynin yeni ve farklı olandan bir yandan korkar ve tedirgin olurken diğer yandan da onun cazibesine kapıldığı ortaya koyulmuştur. Nico Bunzeck ve Emrah Düzel’in yaptığı bir araştırmada beynin kısmen değil, fakat bütünüyle yeni ve farklı olan bilgilerle —ki bunlara bu yazı bağlamında tuhaf, acayip ve garip gelen bilgiler diyebiliriz— karşılaştığında da beynin haz veren dopamin hormonunu salgıladığı ve bunun bizi yeni farkındalıklara, keşiflere ve öğrenme süreçlerine yönelik motive ettiği ortaya koyulmuştur.[15] Sonuçta, yepyeni her bilgi, deneyim ve karşılaşma beynimiz tarafından bir yandan tehdit olarak kodlandığı gibi, diğer yandan da bir ödül veya hediye (“tuhfe”) olarak alımlanır aynı zamanda.
Bu durumda, yukarıda sorduğumuz soruya beynin çalışma biçimi üzerinden yanıt veremiyoruz. Çünkü acayip, garip ve tuhaf olanın beynimiz için eş zamanlı olarak hem tedirgin edici hem de motive edici olduğu anlaşılıyor beyin üzerine yapılan çalışmalardan. Bu durumda, sorumuzun cevabını aramaya modernite ile birlikte yaşanan paradigma dönüşümü ve çocukluk üzerinden sorgulayarak devam edebiliriz.
Bu noktada Alman sosyolog Max Weber’in Türkçeye “dünyanın büyüsünün bozulması” olarak çevrilen “Entzauberung der Welt” kuramı bize bir çıkış noktası verebilir gibi görünüyor. İlk kez Friedrich von Schiller tarafından ortaya atılan bu ifade, Weber’in kuramında modern dünyaya bilimsel rasyonalitenin giderek hâkim olmasına bağlı olarak büyü, din, kutsallık, gizem, doğaüstü ve metafiziğin insanların zihnindeki yerini kaybetmesiyle ilişkilidir. Bu yeni kavrayışa göre, dünya tahmin edilebilir, öngörülebilir ve ölçümlenebilir doğa kanunlarıyla işlerliğini sürdürür.
Weber’e göre dünyanın büyüsünün bozulması hem olumlu hem de olumsuz sonuçlara yol açmıştır: Bilimsel/rasyonel düşünce beraberinde “ilerleme”yi ve daha kolay öngörülebilir olduğu kadar kontrol edilebilir ve örgütlenebilir bir yaşamı getirirken, insan deneyimini zenginleştirme potansiyeli taşıyan gizem ve hayret duygularını büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır. Bu ise, TDK sözlüğüne tekrar atıfta bulunmak gerekirse, belki göreneğe olmasa da insanların sağduyuya ve olağana aykırı olan ve bu nedenle şaşırtan, yadırgatan ve dolayısıyla anlaşılması güç olan şeylere —bunlar ister fizik ister metafizik olgular olsun— daha mesafeli ve önyargılı yaklaşmasına sebep olmuş olsa gerek. Çünkü katı bir rasyonalitenin egemen olduğu bir dünyada, mevcut rasyonel kategorilere yerleştirilemeyen, dolayısıyla anlaşılamayan her şey bir tür tehdit olarak algılanma ve saf dışı bırakılma potansiyeline sahiptir.
Aslına bakılırsa, konu buradan doğrudan çocukluğa da bağlanabilir. Çünkü rasyonel düşüncenin doruk noktasına ulaştığı ve yegâne meşru bilgi edinme biçimi olarak görüldüğü 19. yüzyılın ikinci yarısında çocuklar ve primitif toplumlar —elbette başka varsayımların yanı sıra— irrasyonel oldukları varsayımıyla aynı kategoriye yerleştirilmiştir. Bunda, her tür canlı organizmanın gelişimi ile insan türünün gelişimi arasında bir koşutluk olduğunu savunan Rekapitülasyon Teorisi’nin de önemli payı olmuştur. Buradan hareketle düşünürler, modern öncesi toplumların insan türünün çocukluk döneminde olduğunu ve bu nedenle insanlığın irrasyonel çağını temsil ettiklerini ileri sürmüşlerdir.
Örneğin, 1895’te Studies of Childhood (Çocukluk Çalışmaları) adlı bir kitap kaleme alan İngiliz psikolog ve filozof James Sully bu kitabında şu ifadelere yer verir: “İnsanlığın en aşağı ve düşük ırkları […] ile medeni toplumlardaki çocuklar birbirlerine çok benzerler.” Sully’ye göre, çocuklar ile ilkel toplumlara mensup bireyler, gelişkin bir zekâya sahip olmamaları, dünyayı kavramada (sebep sonuç ilişkileri yerine) analoji ve metaforlara başvurmaları, güçlü bir hayalgücüne sahip olmaları, mit ve fantaziler üretmeye olan meyilleri ile cansız ve ruhsuz varlıklara can ve ruh atfetmeleri bakımından birbirlerine epey benzerler.[16]
Elbette zekâ konusunu saf dışı bırakarak söylemek gerekir ki, çocuklar ve ilkel/modern öncesi toplumlara mensup bireyler arasında bir benzerlik olduğu açıktır. Bu, Weber’in kavramsallaştırmasından hareketle ikisinin de dünyalarının büyüsünün henüz bozulmamış olması ile açıklanabilir. Bu nedenle çocuklar ve modern öncesi toplumlar garip, acayip ve tuhaf olanla daha doğrudan, bunlarla rasyonel bilgiler arasında herhangi bir hiyerarşi kurmadan, farklı ve yadırgatıcı olanı merak, hayret duygusu ve sorularla karşılayarak ve bunu bir hediye addederek temas eder gibi görünmektedir.
Tabii ki bütün bunlardan hareketle, bilimsel ve rasyonel bilgiyi düşünce ve zihin dünyamızın dışında bırakmak gerektiği çıkarımını yapmak veya bilgi türleri arasında yeni bir hiyerarşi üretilmesini savunmak değil amacım. Çocuksu bir merakın ve buradan hareketle sorulan soruların bilimsel düşünceyi ne denli beslediğinin farkındayım. Keza, modern öncesi toplumlarda yeni ve farklı olanın her zaman çocuksu bir merak ve ilgiyle karşılandığını da savunmuyorum. Kaldı ki, bu yazının başında zikrettiğim “eski köye yeni âdet getirmek” deyimi yeni âdetleri pek de olumlar gibi görünmüyor, dürüst olmak gerekirse. Ne yeryüzü, ne yaşam, ne zihin, ne de tarih net ayrım ve kategorileri kaldırıyor, doğal olarak. Fakat kabaca çocuklukta ve modernite öncesi dönemde dünyanın biraz daha büyülü, biraz daha hayret ve merak uyandıran bir yer olduğunu, yetişkinlikte ve modernite sonrasında ise bu ibrenin tersine döndüğünü söylemekte bir beis görmüyorum.
En nihayetinde bu yazıyı yazmadaki temel amacım bir şey kanıtlamak değil, “acayip”, “tuhaf” ve “garip” sözcükleri üzerinden yeni ve farklı olana nasıl yaklaştığımız üzerine beraberce düşünmek ve dünyamızın büyüsü bir miktar bozulduysa, çocukluğumuzdan da biraz uzak düştüysek bunu görmekti… Dilerim bu yazı sizler için de benim için olduğu gibi keyifli bir yolculuk ve ufak bir hediye olmuştur.
Kaynaklar
[1] Michelle M. Chouinard, P. L. Harris ve Michael P. Maratsos, “Children’s Questions: A Mechanism for Cognitive Development”, Monographs of the Society for Research in Child Development, Cilt. 72, No. 1, Children’s Questions: A Mechanism for Cognitive Development (2007), 1-129.
[2] “Çocuk henüz çocukken şu sorulara sıra gelmişti: / Neden ben benim de sen değilim? / Neden buradayım da orda değilim? / Zaman ne zaman başladı ve uzay nerede bitiyor? / [….] Gerçekten kötülük var mı? / Gerçekten kötü insanlar var mı?” Peter Handke’nin çocuklukla ilgili bu şiirine, kendisinin senaristlerinden biri olduğu, Wim Wenders tarafından yönetilen Berlin Üzerindeki Gökyüzü filminde de yer verilmiştir.
[3] Senai Demirci, “Hayretimi Artır Allah’ım…”, 13 Ekim 2017. sonpeygamber.info.
[4] Günay Kut, “Acâibü’l Mahlûkât”, TDV İslam Ansiklopedisi.
[5] Yeliz Özay, “Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’nin Acâib Edebiyatı Açısından Değerlendirilmesi”. Millî Folklor, 2014, Yıl 26, Sayı 103, s. 125.
[6] Yeliz Özay, “Evliya Çelebi’nin Acayip ve Garip Dünyası”, İhsan Doğramacı Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü, Yüksek lisans tezi, 2012.
[7] Dr. Stephanie M. Carlson, “The Batman Effect: What my research shows about pretend play and executive function”, Understood.org.
[8] Hüseyin Elmalı ve Şükrü Arslan, “Garîb”, TDV İslam Ansiklopedisi.
[9] Prof. Dr. Mehmet Aydın, “Üç Klasik Metinden Hareketle Tasavvufta Göç ve Seyahat Meselesi”, Uluslararası Orta Asya Sempozyumu Bildiriler Kitabı: Göç, Yoksulluk ve Kimlik, Bişkek, 2018, s. 1030-1038.
[10] Kitapların başında yer alan ve hediye etme anlamına gelen “ithaf” bölümünün de, aralarında hediyelik eşyaların da bulunduğu ufak tefek çeşitli eşyaları satan dükkanların adı olan ve eskiden “tuhafçı” olarak ifade edilen “tuhafiye” sözcüğünün de —ki bunun İngilizcedeki karşılığı olan “curiosity shop” da aynı anlama gelir— kökeninde bu hediye anlamı bulunur.
[11] Şeyda Öztürk, “İsmail Hakkı Bursevi’nin İki Tuhfesi: Tuhfe-i Vesimiyye ve Tuhfe-i Aliyye”, Yayımlanmamış yüksek lisans tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslami Bilimler Anabilim Dalı Tasavvuf Bilim Dalı, İstanbul, 1999, s. 8.
[12] A. Said Aykut, “İbn Battûta”, TDV İslam Ansiklopedisi.
[13] Jill Rosen, Why is breaking bad habits hard? Our brains are biased by past rewards”, HUB, 11 Şubat 2016.
[14] David Rock, Ph.D. “New Study Shows Humans Are on Autopilot Nearly Half of the Time”, Psychology Today, 14 Kasım 2010.
[15] “Pure Novelty Spurs the Brain”, Science Daily, 27 Ağustos 2006.
[16] James Sully, Studies of Childhood, New York, D. Appleton and Company, 1895.