Aferin: Ucuz İhsan

  • Reading time:12 dakika
// Onur Eylül Kara //

Tanzimat Dönemi yazarlarından, çok sevdiğim Direktör Ali Bey’in Lehçetül Hakayık, yani “gerçekler sözlüğü ya da hakikatlerin dili” diyebileceğimiz mizahi bir eseri vardır. Kimileri onun “ekşi sözlük” tarzı günümüz kaynakların öncülü olduğunu düşünür, doğrudur[1]. İşte bu kitapta, hayatın acı tatlı gerçeklerini müthiş bir ironiyle açıkladığı bu sözlükte Ali Bey, “aferin” sözcüğünü “ucuz ihsan” olarak karşılar. İlk okuduğumdan beri etkisinde olduğum bu ironi, zamanla beni çok daha başka bir yere sevk etti. Tam da çocukluk, çocuk düşmanlığı, ahlak, bahşetme, etik, kendilik ve dayanışma gibi konular üzerine çalıştığım bir dönemde, bende daha genel bir kavrayışın kıvılcımı oldu. Anlatmaya geldim.

Etikle başlayacağım[2]. Etik düzlemde biz, “kendimiz ile yaşam” arasında bir ayrım hissetmeyiz, içkin bir düzlemdir burası. Kendimizle bağlantımız, yaşamla bağlantıdır. Etik, güçlü bir bağlantıda olma halidir. Ama bu bağlantı hissiyatı, benim özerkliğimi, tekilliğimi, biricikliğimi dışlamaz. Bilakis, o bağlantı hissi sayesinde kendi otantik varlığımın farkına varırım. Kendi hakikatimin, bu hakikatin kendinde bir değerinin olduğunu anlarım. Tıpkı diğer bütün varlıklar gibi.

Öyleyse etik düzlemde benim kendi güçlerimle var olduğum otantik bir benliğim, bir kendiliğim vardır. Şimdi dikkatinizi buraya çekeceğim. Bu tekil otantik varlığımın dış dünyada bir karşılığını bulamadığımda, yani örneğin kendimle uyumlu bir aile, beni destekleyen bir asamblaj bulamadığımda, yavaş yavaş kendimle bu içsel bağımı kaybetmeye başlıyorum. Bir diğer deyişle kendi gerçek benliğimle bağlantımı yitiriyorum çünkü yaşadığım dünyada onun bir gerçekliği yok, bir değeri yok.

Burada içsel benlik dediğimde, kendilik dediğimde, sıra dışı ya da olağan üstü güçlerden bahsetmiyorum. Hepimizde olan, genuine self denen, otantik, bize has, tekil hallerimizden bahsediyorum. Duygularım, ihtiyaçlarım, ilgilerim, yeteneklerim, eğilimlerim; bunların hepsi benim içsel benliğimi oluşturuyor. İşte bunları yaşayabilecek bir dışarısı, bir kolektif bulamadığımda, uzaklaşıyorum kendimden, unutuyorum kendimi, kendimle bağlantımı yitiriyorum. Çevre ve kendiliğim arasındaki uyumsuzluğumun derecesi arttıkça, işler daha da sarpa sarıyor. Benim hakiki benliğim, otantik, tekil varlığım, içinde yaşadığım dünyada bir tehdit olarak algılanıyorsa, ki ahlak çoğu zaman tam da bunu yapar, işte o vakit ben de kendimden korkmaya başlıyorum, kendi gerçek benliğimden şüphe etmeye, “yanlış olan benim, kötü olan benim” demeye başlıyorum çünkü eğer kendim olursam, beni sevmeyecekler, görüyorum, hissediyorum; beni reddedecekler, hatta bana zarar verecekler. Bunun bilgisini de veriyor toplum bana, hatta bunun meşruluğunu da yaratıyor.

Peki, bunların sonunda ne oluyor? “Çocuk düşmanlığı, aferin ve bahşetme ahlakı” arasındaki ilişki özelinde bizim için önemli bir nokta burası. Siz, kendinizden vazgeçtiğinizde, toplum sizi ödüllendiriyor; size bahşetmeye başlıyor. Bunu hissedebiliyor musunuz? Siz kendinizi duymaz, işitmez olduğunuzda; hakiki benliğinizi, tekil varlığınızı, öz-güçlerinizle uyumlu bir yaşamı reddettiğinizde; onu yok saydığınızda, bastırdığınızda, yani ona veda ettiğinizde, yani aslında kendinizi feda ettiğinizde, toplum sizi ödüllendiriyor. Burası son derece kritik bir yer. Ahlak düzlemi, sizi kendi normları / yargıları içinde yaşamaya ikna etmeye başlıyor. Tekil ifadenizi yok saymanız karşılığında size bazı ödüller veriyor. Kendinizden vazgeçmeniz karşılığında, size bir şeyler bahşediyor. İstiyor ki kendinizi yeni bir hakikat değeri olarak var etmekten vazgeçin, ahlak düzleminde süregiden mevcut değerleri benimseyin, onları yaşayın ve hatta onları savunun; yeni bir değer yaratmayın, kendi tekil gerçekliğinizi yaşamayın, değerleri yeniden değerlendirmekten vazgeçin, bunun karşılığında size ödüller vereceğim, bazı şeyler bahşedeceğim. Nedir bu ödüller? En büyüğünden en küçüğüne kadar her şeyi düşünebilirsiniz. En maddi ödüllerden, en soyut, en imgesel ödüllere kadar, her şey: bazen bir maaş, bazen bir iltifat, bazen bir övgü, bir alkış, bazen de bir “aferin”.

Şimdi burayı biraz derinleştirelim. Bir çocuk, kendinden vazgeçip daha ziyade anne babasının istediği gibi davrandığında ona ne derler? “Afferin benim kızıma, afferin benim oğluma” derler. En bedava ihsan budur, en basit rüşvet, en kolay bahşetme hali budur. En ucuz, en zahmetsiz bahşetme halidir çocuklara “aferin” demek. Ama lütfen dikkat, çok çok çok güçlü bir bahşetme halidir bu. Açıklamama izin verin.

Biz ahlak düzleminde şunu görüyoruz; burası insan, erkek ve yetişkinlerin kurduğu ve onların egemen olduğu bir düzlem. İşte o yüzden burada kadınlar gibi, hayvanlar gibi, çocuklara yönelik bir düşmanlık da var[3]. Bu düşmanlık her zaman şiddetle göstermiyor kendini. Bazen de böyle gösteriyor; yani rüşvetlerle, bahşetme halleriyle, manipülasyonlarla, övgülerle. Dikkat ettiyseniz vurgu şuraya: “Benim istediğim gibi olursan, bu topluma kabul edilirsin”. Evet, toplum zaten daha en baştan, yani beni kendine kabul ederek bana bir bağışta bulunuyor. Bunu hissedebiliyor musunuz? Ahlak düzleminde bireyi çevreleyen toplum, zaten daha en baştan kendini üstün, bireyi de aşağı görüyor. Tıpkı yetişkinin çocuğu, erkeğin kadını, insanın hayvanı ve eşyayı aşağı görmesi gibi, toplum da bireyi değer olarak aşağı görüyor. Dolayısıyla onunla kurduğu ilişki, zaten hiyerarşik. Ve bu, o ilişkiye “bahşetme” tarzını doğal olarak yerleştiriyor.

Öyleyse şunu söyleyebiliriz: Beni çevreleyen kolektifte ahlak güçlendikçe, orada bahşetme halleri daha sık görülecek. İşte bunun en basit örneği “aferin benim çocuğuma, çok uslusun, çok iyi bir çocuksun, büyüklerin sözünü dinliyorsun, çok hoşsun” vs. Nedir bunlar? Evet, basit bir aferin, çocuğun sırtını sıvazlarsınız, başını seversiniz; basit bir onaylama, beğenme, takdir etme, tebrik etme hali. Ama işte, bazen peşin bir tebrikle hapsedildiğimiz olur. Bazen ucuz bir ihsanla manipüle ediliriz. Öyleyse nedir bu? Bu, çocukların, yetişkinleri memnun etmesi gerekliliğinin onlara bir görev ve bir değer olarak yerleştirilmesidir. Evet, temel bir koşullanma hali: Beni memnun et, ben de sana ödüller vereyim. Komutlarıma uy, ben de senin başını seveyim, sırtını sıvazlayayım, sana değerli hissettireyim.

İşte burada şöyle kritik bir şey oluyor: Böyle bir ilişki içinde biz kendi otantik varlığımız yerine ödülleri koymaya başlıyoruz. Kendi içsel deneyimlerimiz değerini kaybediyor. Annemiz babamız, ya da başkaları, yani toplum, hiç kimse bizim “ne istediğimizle, gerçekte ne hissettiğimizle” ilgilenmeyince, artık biz de onunla ilgilenmez hale geliyoruz. Vazgeçiyoruz kendimizden. Artık o içsel bağlantının yerini bahşetme hali almaya başlıyor. Bununla bağlantılı olarak, artık şuraya dönüyorum yüzümü: “Bana ne kadar çok şey bahşediliyor ya da bahşedilecek?” Evet, artık bu soru belirlemeye, yönlendirmeye, yönetmeye başlıyor hayatımı. Ne kadar çok takdir aldım? Ne kadar çok varlığım var? Ne kadar çok başarı elde ettim bu ahlak düzleminde? Ne kadar zenginim? Aşkınlık düzleminde, yani varlık hiyerarşisinde, değer hiyerarşisinde ne kadar yukarıda ve ne kadar merkezdeyim?

Bütün bunların anlamı çok büyük. Anlıyoruz ki çocuk düşmanlığı ile bahşetme ahlakı arasında bir ilişki var. Çocukken uğradığımız şiddet ile “ödüle koşullu hayatlarımız” arasında bir ilişki var. Bunu öğreniyoruz. Yıllarımız böyle geçiyor. Gençliğimiz, hatta bazen ömrümüz böyle geçiyor. 40 yaşına, 50 yaşına geliyoruz, sonra bakıyoruz ve diyoruz ki “Bu hayat benim mi? Ben kimin hayatını yaşadım?” vs. Çünkü bir aferin, giderek dozunu artırıyor. O küçük ödül, o ucuz ihsan, giderek büyüyor. Belki oyuncaklar, belki daha maddi büyük şeyler. Yani yaşımız ilerledikçe, aferinin hem niteliği değişiyor hem niceliği ama özünde bu bahşetme kipi, bu ihsan kipi devam ediyor. Söz gelimi anne babanın aferinine, okulda öğretmenin yıldızlı pekiyisi, takdirname belgeleri eşlik ediyor.

Değinmeden geçmeyelim; eğitim sistemi büyük bir olay mahallidir. Ahlakın en temel kurumlarından biri olarak eğitim, aynı zamanda toplumun egemen değerlerine göre uyumlu hale getirildiğimiz ve bu değerleri benimsemeyi, hatta onlara ulaşmak için çalışıp çabalamayı öğrendiğimiz, buna koşullandığımız bir sistem. Yani güçlendiğimiz değil, bilakis kudretlerimizden koparıldığımız, bunun karşısında da ödüllendirildiğimiz bir sistem. Dahası, tam da böyle bir yaşantıya, “bir bahşetme ahlakı”nın egemen olduğu bir yaşama yontulduğumuz, oraya hazırlandığımız bir sistem. Bu sistemin tornasından geçince, hayatımıza “bahşetme” kökleniyor. Hayatla, arkadaşımızla, sevgilimizle, hayvanla, kurtla kuşla, nesneyle temel ilişkilenme halimize “bahşetme” egemen olmaya başlıyor.

Aferin, giderek dozunu artırıyor ve mesele öyle bir yere geliyor ki, biz o aferine bağımlı hale geliyoruz. Bahşetme ve bahşedilme, hayatımız boyunca devam ediyor. Annenin babanın aferini ile öğretmenin yıldızı arasında bir ilişki sürüp gidiyor. Bütün bunlarla bizim “beğeniye” ve “ilgiye” endeksli varlıklara dönüşmemiz arasında güçlü bağlantılar var. Öğretmenin yakamıza astığı kurdeleyle, sınavlara hazırlanarak geçen hayatlarla, “büyüklerin” yakamıza omzumuza taktığı nişanlar arasında ya da sosyal medyada gördüğümüz isimlerin yanındaki mavi rozetler arasında, bir ilişki var. Kederli haller bunlar.

Öyleyse hâkim değerleri yeniden değerlendirmek için biraz yavaşlamalıyız, bir durup bakmalıyız; bütün bu bahşetme ahlakı ve çocuk düşmanlığı nereden besleniyor, oraları görmeliyiz ve düşünmeliyiz: Başka türlüsü nasıl mümkün olacak, çocuklarla etik yaşamın olanaklarını nasıl var edebileceğiz, sevecen ve devrimci bir değer olarak dayanışma etiğini nasıl kazanacağız, bunun için neye, nerelere ihtiyacımız var, nereden başlamak gerek, bütün bunlar için hayatlarımızda nasıl bir boşluk yaratabiliriz?

Soruna işaret edip sorular sormak kendi başına çok değerli, burada kalabilir. Ama biz istesek de kalmıyor, çözüme ve dönüşüme ilişkin bir açıklık da sunuyor bize bunlar. Neyse ki[4].

 

Notlar

[1] Ali Bey, ilk Türkçe mizah dergisi olan Diyojen’in yazarlarından biri ve büyük filozof Diyojen’in Büyük İskender’le olan o ünlü diyaloğunu aruzun failâtün failâtün fâilün vezninde bir mısra gibi, en sade şekilde dilimize çeviren kişidir aynı zamanda: “Gölge etme başka ihsan istemem.”

[2] Etik düşünceye ve etik ile ahlak arasındaki ayrıma dair daha fazla içerik için bkz. Podcast: Bir Arada Yaşam Kütüphanesi 

[3] Çocuk düşmanlığı hakkında daha kapsamlı bir yazıya şuradan ulaşabilirsiniz. Bu konuda temel kaynaklardan biri için bkz. Elisabeth Young-Bruehl, Çocuk Düşmanlığı: Çocuklara Karşı Önyargıyla Yüzleşme 

[4] Bu yazının genel çerçevesi “Spinoza ve Bahşetme” başlıklı 50. Ulus Baker Okuması’na hazırlandığım süreçte ortaya çıktı. Konuya bir de oradan, daha felsefi açından yaklaşmak isterseniz, okumanın video kaydına şuradan ulaşabilirsiniz.