Bu yazımda, 1974’te Cem Yayınevi’nin bastığı, Ülkü Tamer’e ait Sıragöller[1] kitabından bir şiiri ele alacağım: ‘’Ay Yolunda.’’ Konusu ve yazıldığı dönem düşünülünce (Armstrong ve Aldrin aya 1969’da inerler), bu şiirin, dönemin en popüler meselelerinden birini işlediğini söyleyebiliriz. Uzay yarışı vardır, insan aya gitmektedir, kendi koşullarımızı ve tarihimizi aşma imkânımız doğuyordur. İnsan, tarihinin teknolojik yönden ilerleyişinde ve tek yurdu dünyayla kurduğu ilişkide bir dönüm noktasına gelmiştir. Elbette birçok gazete manşetinde bundan bahsediyordur.
Ülkü Tamer de buna kayıtsız kalmaz. Ancak konuyu kendince, ona yakın gelen bir yerden ve başka bir yanıyla işler. Çokların dalgasına kapıldığı bu coşkuya uzaktan bakarak… Şiir, Tamer’in başka birtakım şiirleriyle kıyaslandığında görece basit ve dili rahat bir metindir. Bununla birlikte bu şiiri Ülkü Tamer’in yapan bir unsur, bir tavır vardır ki, şairi anlamamız için bize bir anahtar sunuyor olabilir. Bu genel tavrın ifadesi, bence, düşünülmüş ve incelikli bir sevgidir. Gelin birlikte bakalım.
Şiir altı bölümden oluşur ve metinde zaman, anlatıcının düşüncelerine göre yeniden biçimlenir. Şiire girdiğimiz anda yolculuk zaten başlamıştır. Astronot, yolculuktan yarım saat önce katıldığı basın toplantısını hatırlar. Kucağında bir kedi, karşısında kameralar vardır. Rüzgârı duyar. Kedi kamera ışıklarından ürker:
…
yüzümü tırmalayıp kaçmak istedi.
Generallerden biri,
“Biliyor ayda fare olmadığını,
onun için gelmek istemiyor seninle,” dedi,
bir kahkaha attı sonra,
herkes güldü,
gazeteciler cümleyi tekrarlattılar.
Hemen bir soru sorayım. Uzay yarışı ve heyecan demiştik, değil mi? Neden bu heyecanı birtakım insanların kapıldığı şekilde yaşamaz anlatıcı? Adına bir olumsuzluk denmese bile, ilk yadırgatıcı durum daha şiirin başında belirir. Gazetecilerin generalin esprisini tekrarlatmaları, başlamak üzere olan muhteşem yolculuğu izleyecek insanlar içindir. Gösteri kendi çarkını işletmek için bir kurgu hassasiyeti gösteriyordur, böylesi bir anda herkesi neşelendirecek nüktedan bir cümle israf edilemez. Yolculuğun kamuya anlatımı kusursuz olmalıdır yani. Burada ilk ipucunu gördüğüm ve şiirin genelinde işlenen bir mesele, başkaları için büyüleyici olan bu maceraya şiirdeki anlatıcının dışarıdan bakıyor olduğudur. Onun yadırgadığı bir şey vardır, etrafında kurulan gösteriye aldanmaz gibidir. Dahası, yarım saat sonra, içinde bulunduğu roket ateşlenirken astronotumuz, revan olduğu uzay yolunun ne kadar etkileyici olduğunu değil evinin bahçesinde yürüyen karıncaları, dünyadaki canlıları düşünür:
…
Bahçemizdeki çakıllar arasından
karıncalar yürüyordu.
Milyarlarca hayvan yürüyordu toprakta,
karıncalar, kaplanlar, ceylanlar.
Bir yerlerde elma topluyordu kadınlar,
çocuklar gizlice sigara içiyor,
adamlar sinemalarda yer gösteriyordu.
Düşüncesiyle evini, evinin bahçesini ziyaret eden anlatıcı, ardından toprakta yürüyen bütün canlılara yönelir. Sonra insanlara varır; yakalandıkları anlarda hiçbir özel davranışla veya gösterişle meşgul olmayan, elma yiyen, sigara içen, sinemada yer gösteren insanlara. Bahsedilen insanların bu önemsiz ve aşkınlık belirtmeyen hâllerde betimlenmeleri, hem aşağıda açıklayacağımız sevgiye yaklaştırır bizi hem de şiirin merkezinde bütün ihtişamıyla duran ‘’aya yolculuk’’ konusuna karşıtlık oluşturur.
Bir sonraki bölüme geçelim. Şiir bu ya, 1969’da ıskaladığımız yolculuğa bu sefer katılma imkânı buluruz. Burada, kaç kişinin dahil olduğunu bilmediğimiz, roket içinde bulunan isimsiz astronotlar arasında geçen bir konuşmayı duyarız. Artık uzaydayız:
– İşte dostum,
boşluğun ve sonsuzluğun şiiridir bu.
– Bizim yerimizde olmak için
nice insanlar
nice yıllarını verirdi ömürlerinin.
– Dünyadan uzaklaştık
ama yaklaşmıyor gibiyiz aya.
Yıldızlar da daha parlak değil.
– Şuna bak,
atlaslarda da böyle bir yerdi Afrika.
Boşluğun ve sonsuzluğun şiirinden bahsedilerek açılan ve tamamını verdiğim bu bölümde, şiirde biçim bağlamında hünerini gösterir Ülkü Tamer. Kaç kişinin dahil olduğunu bilmediğimiz bu konuşma, iki farklı boşlukta gerçekleşir. Bunların birincisi, astronotların içinde olduğu boşluktur. Roketin dışında uzay vardır çünkü. İkinci boşluk, şiirin yazıldığı kağıtta belirir: sözleri edenlerin kim olduğunu, hangi sözü kimin ettiğini bilmeyiz. Birilerinin dediğini duyarız yalnızca. Kağıdın beyaz gövdesi üzerinde, bir boşluktan gelen sesler olarak verilir söylenenler.
Bu bölümde, başta bahsettiğim bir şeyi tekrar görürüz: uzay çağındaki harika ilerlemeye rağmen bir yüceltme, yaşanan anda bir ululuk söz konusu değildir. Öyle ki, deneyimlenen gerçekliğin önemini karakterlerden birinin açıklamasına ihtiyaç duyarız: ‘’Bizim yerimizde olmak için…’’ Yaşanan anın bir büyüsü, görkemi yoktur sanki; uzaya çıkmak, aya gitmek gibi konuların bize, yani yeryüzündekilere yaşattığı heyecan o anı yaşayanları es geçmiş gibidir. Dünyadan uzaklaşmaktadırlar, fakat bu büyük yolculuk astronotları yıldızlara yaklaştırmaz.
İkinci bölümün sonunda okuduğumuz basit gerçek, yani Afrika’nın uzaydan da atlaslardaki resmine benziyor oluşu, anlatıyı şiirin üçüncü bölümüne devreder. Astronot, gördüğü kıtayı Hemingway’in hikayelerinde anlatılan Afrika’yla kıyaslar:
Çalışsam Kilimanjaro’yu belki görebilirim,
ama nerede onun gergedanı?
Konak yerlerindeki külleri eşeleyen maymun,
hışırdayan yapraklara pusu kuran aslan yavrusu,
ırmak kıyısında suya bakan çocuk,
balıklarla konuşan çocuk,
köyünden kaçan çocuk nerede?
İkinci bölümde uzayda ve kağıtta duyduğumuz boşluğu dünyanın canlıları doldurur. Şiirde kurulan karşıtlık böylece daha da büyür. Dahası, başta haberini verdiğim anahtar unsur da burada yatar. Ülkü Tamer’de canlılara dair, özellikle canlıların en küçüklerine yönelen (kuşlar, böcekler, bitkiler, çocuklar vs.) tükenmez bir sevgi vardır. Üstelik, bu duygunun, Ülkü Tamer’in şiiri için önemli olan ve belki de anlamadan geçtiğimiz bir boyutu söz konusudur: bu canlıların onlara duyduğumuz sevgiyle ilişkili değeri insana dair bir ölçütle belirlenmez. Dikkat edilirse, maymun eşelerken, aslan yavrusu pusu kurarken görülür. Yani maymun maymunluğunu, aslan aslanlığını yapar. Duyduğumuz sevgi maymunun maymunluğuna rağmen değil, onunla birliktedir. Bu sevgiyi, Sıragöller kitabındaki başka bir şiirde, Serçe’de de görürüz. O şiirde, yolculuğunun adını umutsuzluk koyan bir serçenin kendisi ve başka kuşlar hakkındaki düşüncelerini işlemeye kadar gider şair.
Ülkü Tamer’in şiirinde başka canlılar değerini insandan veya insana ait bir ölçütten almaz, ancak bu sevginin insanın özgün durumuna dair bir boyutu da vardır. Bu, yalnızca, kişileştirmenin insan kaynaklı bir eylem olmasından ileri gelmez. İnsana yönelen sevgi, mücadeleyi de kapsayan bir etikle yan yana yürür. Bu etik, yalnızca diğer canlılarla kurduğumuz ilişkide ortaya çıkmaz, insan topluluklarının barındırdığı çeşitliliğe, insanın kendi koşullarını aşmak için gösterdiği eylemliliğe yönelik bir sevgiyi de çağırır. Şiirin üçüncü bölümünü okumaya devam edelim:
Savaşçılar vardı,
kayan yıldızlar gibi fırlatırlardı bombalarını;
çingeneler vardı,
çadırları kıldan değil, kemik tozundandı;
ihtiyarlar vardı,
kurşun görmüş, kurşun geçirmişlerdi;
kaçakçılar vardı,
çarpışan aşiretlere umut kaçırırlardı.
Diğer canlılar gibi, yine kendisi olurken betimlenir insan fakat insanın kendi oluşunun içinde direnişe, içinde bulunduğu duruma dair bir öz bulunur. İnsanı, insanlığı düşünmeye dördüncü bölümde de devam eder Ülkü Tamer:
Zaman içinde bir yolculuktur bu,
ama İkinci Dünya Savaşı bile görünmüyor.
Evet, zaman içinde bir yolculuktur bu: uzaya yaptığımız yolculuk zamanın ve insanın ilerleyişine bir delildir belki. Oysa, daha otuz yıl önce insanlık tarihinin gördüğü en büyük kıyım yaşanmıştı. Zaman, olumlu anlamda ve şimdi (aya yolculuk sayesinde) ilerlemektedir, ancak bu ilerleyişin berisinde müthiş bir geri gidiş vardır. Uzaya attığımız bir roket, hayatını yitiren milyonları, daha doğrusu bu kıyımı işleyenin bizler olduğumuz gerçeğini unutturmaya yeter mi? Şair, unutmanın bu kadar da kolay olmaması gerektiğini, olamayacağını mı söylemek ister? Ya da, unutabiliyorsak eğer, nasıl bir ilerlemeden bahsedebiliriz?
Daha önce söylediğim gibi, beşinci bölüm mevcut ana bir dönüştür. Burada astronotun şimdisini görürüz. Roketin içinden dünyaya canlı yayın yapılmaktadır:
Yerçekimi değil, dünyaçekimi yok.
Evet, çok kimse bize bakıyor şimdi;
canlı birer insanız onlar için,
kapsülümüz bile canlı,
kapsülün içi bile, kollar, rakamlar bile,
kayışlar, düğmeler bile canlı,
elimizdeki su tabancaları bile.
Bütün dünya bize bakıyor şimdi;
biz dünyaya bakıyoruz,
sınıflarda gördüğümüz kürelerin biraz büyüğüne.
Şiir başladığı gibi, bir yadırgamaya, bir yabancılık duygusuna gelir dayanır. Roketin içindeki kapsül, kollar, rakamlar, kayışlar…. bütün bu nesneler, onlara dünyadan bakan gözleri cezbeder. Sanki can ulanır eşyaya. Ne yazık ki gerçek değildir canlılığın böylesi. Anlatıcı, kendini ona çevrilen kameradan görmeyi dener. Oysa yaşadığı yine aynı duygudur. Dünya onu izliyorken onun dünyaya bakınca gördüğü büyükçe bir küredir sadece.
Şiir bir müjdeyle, bir başarıyla son bulmaz. Üstesinden geldiğimizde bir hakikate yaklaşırız diye umduğumuz uzay yolculuğu, bize zaten sahip olduklarımızdan fazlasını vermez. Bir mucize bile bazen eldeki gerçeğin eksiklerini gidermeye yetmeyebilir çünkü. Dünyadayken de hâlâ uzayda olduğumuzu unuttuğumuzdandır belki, henüz kuramadığımız bir gerçekliği uzaydan umarız. Uzaya da gitsek, beraberimizde yine bizim olan dünyayı götürürüz. Bu dünyaya iyi gelecek olan ne varsa, ihtişam ve görkemin vaatlerinde, büyük ahlâkın gölgesinde bulunmaz; küçükte, gözden kaçanda, geride veya kenarda bırakılanda saklıdır.
Neyse ki bize bunu hatırlatan bir Ülkü Tamer vardır.
Kaynaklar
[1] Tamer, Ülkü. Yanardağın Üstündeki Kuş (Toplu Şiirler). 1. Baskı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, s. 191.