Bulunduğun Köşeyi Aydınlatmak

  • Reading time:9 dakika
// Melike Kara //

“Nefret, hiçbir zaman nefretle yok edilemez. Nefret yalnızca ve daima sevgiyle yok edilebilir. Bu kadim bir kanundur.”[1] Buda’nın en bilinen sözlerinden biridir bu, çokça da paylaşılır. Sevgi sözcüğü ne yazık ki çoğu zaman ezbere kullanılır ve bir parça kaba tabirle ifade etmeme izin verin, çok “çiçek-böcek” duyulur. Oysa sevgili Emre Sünter’in bir sohbetimizde dediği gibi, “Çiçek-böcek bile çiçek-böcek değil ki.” Tam da buradan hareketle, nefreti yok edebilecek türden bir sevgiye birlikte bakalım ve oradan açılan yolda yapabileceklerimiz üzerine düşünelim istiyorum.

Nefreti yok edebilecek türden bir sevgi, anlayabildiğim kadarıyla, pek öyle kolayca söylenen “Hepimiz biriz, sevelim sevilelim” türünden, yüzeysel ve temelsiz olduğu ilk andan görülen bir sevgi anlayışına benzemiyor. Bu kadar basit olmasını dilerdim, kolay olurdu böyle söyleyince sevebilseydik. Görünen o ki sevemiyoruz, üstelik sevmek istediğimiz de şüpheli. Öyleyse sormak geliyor içimden, nefreti yok etmek istiyor muyuz sahiden? Hele ki nefretin ya da haklı olduğunu düşündüğümüz öfke ve hıncın işlevsel olduğuna inanıyorsak?

Hepimizin yaşamını yönlendirdiğini düşündüğümüz, bir ölçüde etkilenmekten kaçamadığımız majör toplumsal yapıların ve tahakküm ilişkilerinin altında ezilmeden, eğilip bükülmeden, kedere ve çaresizliğe kapılmadan nasıl eyleyeceğiz? Tanık olduğumuz bunca adaletsizlik ve nefret, haksızlık ve saldırılar gözümüzün önündeyken, belki bunlar bizim başımıza geliyorken, nefrete nefretle karşılık vermemek nasıl mümkün olacak? Zalimle mücadele ederken ona benzememek sanırım mümkün değil, çünkü “zalimle” mücadelede kaçınılmaz olarak verili silahları kullanmamız gerekir, ki bu silahlar da onunkine denk olmalı. Tabii bu arada otomatik olarak bir hedef belirledik, diğer her şeyden ayrı bir sorumlu seçtik. Belki galip geliriz belki yenik düşeriz, fakat aslına bakarsanız sonuç nefreti büyütmekten, çatışmayı beslemekten, yeni engeller ve ayrımlar yaratmaktan başka bir şey doğurmaz.

Öte yandan, öyle bir sevme biçimi var ki, gözlerini açıp bakmaktan çekinmeyen, ayakları yere sapa sağlam basan, tam olarak bu dünyada var olan, olanı olduğu gibi görebilen, gerektiğinde becerikli bir şekilde eyleme geçen, aktif bir sevme biçimi. Bu türden bir sevme pratiği, varlıkların ortak doğasını görebilir ve onlar arasında bir hiyerarşi kurmaktan uzaklaşır. Böyle bir sevginin nesnesi de giderek belirsizleşir, kapsadığı alan genişler, o genişlik ölçüsünde de diğer varlıkların varlığından ve iyiliğinden neşe duyar. İşte bu sevginin eylemi de bu iyiliği ve neşeyi artırmaya, erişebildiği ızdırabı azaltmaya yönelik olur.

Böyle bir sevgiden doğan eyleme “bulunduğumuz köşeyi aydınlatmak” ya da “ehil eylem” diyebiliriz. Başka bir terminolojiden baktığımızda buna “yapabileceğimizi yapmak”[2] da denebilir. Kendi küçük, gündelik yaşamlarımıza bakalım ve soralım, örneğin ilişkilerimizdeki anlaşmazlıklarda, çatışmalarda ya da krizlerde nasıl davranıyoruz? Öfkelendiğimizde tavrımız nasıl oluyor? Bir yakınımızın öfkeli mesajına uzun uzun açıklamalı, en az eş derecede saldırgan ve haklılığımızdan da son derece emin olarak hemen cevap veriyor muyuz? Yoksa yazdığımız mesajı hiç değilse göndermeden önce okuyor muyuz? “Oh çok iyi söyledim” demek için değil de, öyle karşılık vermek içimize siniyor mu, sorunu çözmede iş görecek mi, zaten harlı bir ateşe odun atmaktan başka bir işe yarayacak mı diye sormak için. Yaşamda ızdırabı besleyen tarafta olmayı mı seçiyoruz, yoksa azaltan tarafta mı duracağız? Buradaki tavrımız, “zalimle” mücadeledeki tavrımızdan ayrı olabilir mi? Etki ve tepki arasındaki ince aralıkta bir an olsun durup düşünebiliriz. Alışkanlıkla verdiğimiz tepkileri, otomatik cevapları, eylemlerimizin sonuçlarını değerlendirip bir seçim yapabiliriz. Nefreti yok edebilecek türden bir sevme halinde, hakikat kendini gösterir. Dikkat oradadır. Böyle bir dikkat ve sevebilme kudretiyle baktığımızda, yalnızca gözümüzün önünde duran, artık dramatik hale gelmiş problemi değil, o problemi oluşturan koşulları da görmeye başlarız. Bu araştırmayı ne kadar derinleştirirsek, o kadar “küçük” sebeplere ulaşacağımız kuşkusuz. Sanıyorum ki burası iyi bir başlangıç noktası. Çünkü bu demek oluyor ki, ne kadar küçük görünürse görünsün, eylemlerimizin sonuçları vardır. Muhakkak büyük sonuçlar doğurur, damlaya damlaya göl olur, o yüzden küçüğe hürmet edelim demek istemiyorum. Göl olmaz belki ama yeraltı sularına karışabilir damlalar. Ya da sıcak bir günde buharlaşıp bir buluta katılabilir. Oradan dönüp dolaşıp bir bardak çayın içinde bulabiliriz onu. Aslında demek istediğim, o bir damlayı damlatmak, yeterince yakından bakarsak, içinde kozmosu barındırabilir. Orada küçük ve büyük anlamsızlaşır.[3]

Yaşamda bir ızdırapla karşılaştığımızda bulunduğumuz köşeyi aydınlatmak, yapabileceğimizi yapmak, erişebildiğimiz acıları dindirmek için eyleme geçmek, o anda bizim için erişilebilir ve ehil olan neyse onu yapmak olabilir. Kudretimiz ölçüsünde, yeni ızdıraplar yaratmayacak şekilde, nefreti yok edebilecek türden bir sevgiyle eylemek. Küçük ve büyüğün var olmadığı bir yerdeyiz artık. Eylemlerimiz bir teselli değil, “elden gelen bu kadar, ne yapalım”cılık değil. “Hiç yoktan iyidir” de değil. Zihnimizdeki diyalektik alışkanlığın ürettiği karşılaştırmalar sonucu kapıldığımız bir yanılsama bu küçük-büyük ayrımı. İşte bu yanılsama bizi kudretlerimizden, yapabilirliklerimizden uzaklaştırıp hiç eyleyemez hale getiriyor.

Budizmde ızdırabın tanımı yapılırken yaşlılık, hastalık ve ölümden bahsedilir. Fakat ızdırap (dukkha), bunlarla beraber, bu “büyük acıların” olmadığı anları da kapsayarak, “tatminsizlik” (unsatisfactoriness) kelimesiyle tanımlanır. Dikkat edersek yaşamımızda yaşlılık, hastalık ve ölüm olmayan anlarda ızdıraptan tamamen özgür olmadığımızı görmek zor değil. Tıpkı ızdırabın büyük oranda yaşlılık, hastalık ve ölüm acısından değil, tatminsizlikten doğmasından ötürü yaşamdaki her ince boşluğa yayılması gibi, bulunduğu köşeyi aydınlatan “küçük” (burada artık ironik bir şekilde kullanıyorum) eylemlerimiz de yaşama yayılıyor. Evimizin kokusuna, sesimizin tonuna, varlığımızın yankısına dönüşüyor. Temas ettiğimiz her şeyde bir iz bırakıyor. Her neredeysek, yaşam bütün ihtişamıyla, eylemlerimiz yaratacağı kesin olan sonuçlarıyla dalga dalga orada bulunuyor. Orada seçimler yapabilir, dindirebileceğimiz acıları dindirmek için eyleme geçebiliriz. Nefreti yok edebilecek türden bir sevgiyi türlü yollarla pratik edebilir ve belki bir köşeyi aydınlatabiliriz. Çünkü küçük diye bir şey yok, yalnızca yeterince dikkat vermeyi öğrenmemiş bir zihin var.

 

Kaynaklar ve ileri okumalar

[1] Dhammapada’nın İkiz Beyitler bölümünden bir beyit. Çeviri: Sema Demirkan

[2] Kara, Onur Eylül. Yapabileceğimizi Yapmak: Minör Siyaset ve Türkiye Örneği. İletişim Yayınları, 2019.

[3] Shunryu Suzuki 1967 yılında yaptığı bir konuşmasında diyor ki: “To appreciate the smallest trivial thing is how to make our life be in a cosmic scale. If your mind is always caught by big or small, then that mind cannot catch anything.” Konuşmanın transkripti şurada bulunabilir: http://www.shunryusuzuki.com/suzuki/transcripts-pdf/LE/67-12-04-A-LE.htm