Akar bir suya nazır koca bir kaya varmış, ben de oradan kopup aşağıya suya doğru yuvarlanan, böylece bir hayattan başka bir hayata geçen küçük bir taşı düşünüyormuşum. Rüya değil, gerçek. Ne oldu şimdi o taşa, kayaya ve suya? Böylece ne oldu bitti, ne yaşandı dünyada?
Nesnelerin dünyasını hiç bilmiyoruz, çoğunlukla ilgi de göstermiyoruz. Ama bir şeyler yaşanıyor, bir şeyler olup bitiyor orada; bir taş kayadan kopuyor, aşağıya suya doğru yol alıyor ve bir yerinden dahil oluyor suya, yeni bir şeyler gerçekleşiyor.
Şimdi taşın o kayadan kopmadan önceki varlığını düşünelim. Kayadan ayrı, ondan tümüyle yalıtık bir benliği yoktu, hatta bizzat kayaydı, kayanın kendisiydi. Dışarıdan birisi kayaya baktığında, onun ayrıksı bir halini göremiyordu çünkü kayayla bütündü. Kaya neyse, taş da oydu.
Zamanla kayanın içinde ve dışında çok şeyler oldu bitti, sayamayacağımız kadar çok şey. İlk çevrede güneş var örneğin. Her gün, hatta her an farklı bir açıdan, farklı bir ısıyla güneş vurdu o kayaya, taşın kopmadan önceki varlığına. Güneş, kayadan ve taştan ayrı değildi, değil.
İlk çevrede hava da var; hem içinde yaşadığımızdan, hem saydamlığından, hem de çok küçük olduğundan göremediğimiz bir şeyler var havada. Onlar da her gün, hatta her an farklı kuvvetlerde, farkı tarzlarda gelip dokundular kayaya, kayanın her yerine ve tam taşın kopup ayrıldığı o yere de.
Havada bir akış da var; tutulamaz, tam olarak ölçülemez hacimler, dağınık kütleler halinde hareket ediyorlar, dolanıp duruyorlar. Bu akışın tam içinde kaya, her an içinde, hep bir etkileniş halinde. Rüzgâr, farklı kuvvetlerde farklı tarzlarda kayanın varlığına neredeyse dahil, güneş gibi, ışık gibi, ısı gibi.
Kayanın üzerinde de bir şeyler var belki. Kayadan da yüksek bir yerden, gökten geliyor, düşüp çarpıyor, dokunuyor kayaya. Bir süre yağıyor yağmur, bazen bir gün aralıksız, bazen bir mevsim. Islanıyor kaya, belki biraz yumuşuyor her şey gibi, üstünden çokçası akıp gidiyor ama belki beraberinde götürdüğü de oluyor, o kadar küçük parçacıklar. Belki biraz da alıyor yağmuru içine kaya. Islanıyor görüyoruz, rengi değişiyor, daha mı koyu, daha mı parlak. Göremediğimiz bir şeyler de oluyor demek, birikip birleştiklerinde olay olan küçüçük şeyler, taşın kopması gibi.
Kayanın üzerinde bir şey daha var belki, tam o taşın koptuğu yerde özellikle. Bir kuş, bir kurt, bir keçi. Hepsinin kayaya dahil oluş tarzları ve dereceleri farklı, ama var ve oradalar. Her gün oradan geçerek etkisini minik minik katan bir kuşun hafifliğini ya da tam o an bir seferlik oradan geçen kurdun ağırlığını düşünürsek, hemen çözülüverir bu dereceler meselesi.
Bu kadar etkiden, etkileşimden sonra artık koparıyorum taşı kayadan. Son etkiyi hayal ediyorum. Bir küçük yağmur damlası, cıp. Aldı götürdü işte taşı, birbirine katışarak üstelik. Yoksa kuş mu? Ayacıklarının uyguladığı küçücük baskı, kanca gibi takılıp söküverdi mi yoksa taşı, kayayla arasında gevşeyen çatlaktan? Belki de. Yoksa daha da yukardan kopup yuvarlanan daha büyük bir taşın dokunuşu mu bu son etki, pek hesapta olmayan ama olabilen. İşte bir şeyler oldu böyle küçük ya da büyük, koptu taş kayadan, yuvarlandı, yuvarlandı, yuvarlandı, alçak bir yükseltiden uçtu, cub diye daldı suya.
Şimdi başka bir yerde taş; havada ya da karada değil, suda. Kaya değil artık, kayayla bir bütün değil, kendi başına. Öncekine göre çok şeyler farklı, saymakla bitmez. Yeni bir şeyler oldu. Kabul, kaya da biraz azaldı, su da biraz çoğaldı ama taş için daha yeni bir hayat başladı. Şimdi buradaki “yeni”yi ve “başlangıcı” bir düşünelim.
İlk çevrede kopuş var, taşın kayadan ayrı varlığı, kendi başınalığı var. Bu bireylik dolayısıyla her şeyi daha farklı yaşayacak taş. Olup bitenlerin etkisini daha farklı hissedecek artık. Onun için her şey çok yeni, çok farklı olacak. Güneşi farklı tarzlarda ve derecelerde görecek, duyacak; havanın içindekilerle, rüzgârla, suyun içindeki ve dışındaki diğer varlıklarla da öyle. Suyun bir dolayımı katılacak hayatına, çünkü artık suyun içinde.
Yeterince hissettik mi taşın doğuşunu? Yeterince hissettik mi yeni, ayrı, bağımsız bir varlık olarak taşın yeni hayatının başlayışını? Eğer öyleyse bu doğumun “yoktan var olmak” olmadığını, varlığın yine varlıkta oluştuğunu, bu başlangıcın da “sıfırdan” değil, “ortadan” bir yerden başladığını, yani her başlangıcın aslında bir tür “devam” olduğunu hissetmeye hazırız demektir.
Taş kayadan koptu geldi, kayadan çıktı, kayadan “doğdu”, kabul. Bir derece bağımsız artık ama “bağlantısız” değil. Biz çoğu zaman varlıklar arasında “bağlantıyı” unutuyoruz, sanki şeyler birbirinden tümüyle bağımsız bir öze ve yapıya sahipmiş sanıyoruz. Oysa her şey ama her şey, çok küçük derecelerde de olsa birbiriyle bağlantı içindedir. Bağlantıda olmak, etkileşimde olmaktır; etkiler alıp etkiler vermektir. Bu, katılımdır; benim varlığımın bir başka varlığa, onunkinin de bana katılmasıdır. Varlıklar bağlantı içindedir, her şey birbirine katılır, birbirinin içindedir. Farklı derecelerde, ama muhakkak bir derece. Öyleyse bu ilişkinin dışında bir şey yoktur; varlık, bağlantısallığın kendisidir.
Taşa dönelim. Taş, doğdu. Bir derece bağımsız artık ama bağlantısız değil. Bağlantıyı kavradığımda, doğumun “yoktan var olmak” değil, varlıkta yeni bir varlık kazanmak olduğunu da kavrıyorum. Doğmadan önce de vardı taş. Doğmadan önce de vardım ben. Öyle olmasa, olamazdım. Yani hep vardım. Farklı formlarda, farklı derecelerde, farklı tarzlarda. Ama vardım. Öyle olmasa var olamazdım şimdi de. Çünkü varlık, yoktuktan “doğmaz”, hiçbir şey yoktan var olmaz, var edilemez.
Taş, taş olmayan şeylerden oluşuyor. Her şey, kendisi olmayan başka şeylerden oluşuyor. Öyleyse varlığın öncesinde yokluk olamaz. Hiçlik ya da yokluk, varlık doğuramaz. Varlık, varlıkta oluşur. Kaya, taştan oluştu, taştı. Taş, kayada oluştu, kayaydı. Ondan ayrıldı, bireyliği belirginleşti ama bu kopuş mutlak değil, bağlantı sürüyor. Bağlantıyı unutunca, kopuş mutlaklaşıyor. Oysa değil, biz unutsak da bağlantı sürüyor. Taşa yakından baktığımızda bu bağlantıyı hissederiz; taşta kayayı görürüz; taşı var eden bütün diğer büyük küçük nedenleri de. Taşa daha yakından baktığımızda, kendimizi bile görürüz. Taşa daha da yakından baktığımızda, onda her şeyin var olduğunu görürüz.
Öyleyse taşın doğumu hep varolan her şeyin yeni bir tezahürü, yeni bir formudur. Doğum “yeni” dediğimiz şeyin başlangıcıdır ama bu yeni sonsuzca küçülebilir. Nerede başladı taş, taş olmaya? Bir çizgi çizmek mümkün değil. Çizilen her çizgi bir indirgeme, bir kabul, bir kurgu olur. Çünkü yeni, molekülerdir. Bir bulut, ne zaman başladı bulut olmaya, tam olarak hangi çizgiden sonrası? Bir vakitler suydu ve taşıyor yine su olmayı varlığında. İnsan, ne zaman başladı insan olmaya? Bir vakitler suydu, topraktı ve taşıyor su olmayı, toprak olmayı varlığında.
O “yeni” dediğimiz şey, o fark, küçücük ama çok küçücük bir yerde “başlıyor”. Öylesine küçük ki, sonsuzca küçülmeye öylesine devam ediyor ki, zihnimizin sınırlarına geliyoruz. Ötesi değil merak ettiğim, berisi, burası. Öyleyse diyorum her başlangıç, moleküler. Öyleyse diyorum küçüğe itibar eder, her yüksek yaşam sevgisi. Yeniyi, doğumu, başlangıcı arayan beden zihinler zamanla bir sevgi, bir ilgi, bir dikkat büyütürler küçük olanın etrafında. Bu dikkat, zamanla bir idrak bahşeder insana: Her başlangıç bir devamdır; yeni, bir önceki yenide var olur, bir öncekiyle bağlantısı sürmektedir; varlık kendini varlıkta sürdürür.
Taşa dönelim. Taş, sonsuzca küçük yeninin birbiri içinden doğurduğu bir devamın ta kendisi. Öyleyse kaya taşta yaşamaya devam ediyor. Neydi kayayı var eden diğer her şey? Güneşti, havaydı, rüzgârdı, yağmurdu. Bunlar olmasa kaya olmazdı, kaya olmasa taş olmazdı. Neydi taşa doğum veren diğer şeyler? Güneşin dokunuşu, yağmurun dokunuşu, bir kuşun incecik ayaklarının dokunuşu? Bunlar olmasaydı taş olmazdı, bunlar taşta devam ediyor. Devam, taşla sürüyor. Katılım, taşla sürüyor. Hayat dediğimiz o büyük bütünde ne varsa her şey eş değerde, o küçük taşın varlığında varlığını sürdürüyor.
Kutlu olsun.