Geçen buluşmamızdan bu yana düşünüyorum da, biliyor musun sohbetimiz beni başka uzamlara savurdu. Dağılmak değildir belki tam olarak. Bilemiyorum. Şöyle anlatmaya çalışayım: Düşünmeyi ertelediğim mevzular üşüştü zihnime. Ve tuhaf ama telaşa da kapılmadım.
Çok sevindim; bir çalkalanma, yer değiştirme olduysa ne mutlu. Konforun rehavetine karşı yaratıcı-sarsıcı hamle. Bir başına düşünmeye dalmaktan ya da okuduklarından etkilenerek yazmaktan farkı var kanlı canlı diyaloğun. Sohbet bir dalgalanma yaratıyor ve konuşulanlar hiç de sanıldığı gibi havada kalmıyor, uçup gitmiyor. Öyle ya da böyle yerli yerine oturuyor taşlar. Buna güvenmek ön koşul. Hiçbir şeyin yok olup gitmediğine öylesine eminim ki artık kaydetmeyi bile eskisi kadar önemsemiyorum.
Emin misin? O noktada olsan yazmaktan kolayca vazgeçebilirdin gibi geliyor.
Yazmak bir çaresizlik formu olarak tahayyül edilebilir pekâlâ; ona peşin övgüyü bırakmak lazım.
Senin başka yolun olamazdı. Çocukluğumuzdan beri tanışmasak belki sözüne kolayca kanardım ama hep işleyen sağ elini nasıl görmezden geleyim.
Bir zafiyet, fazlalık. Hayata yazmaya ihtiyaç duymayacak denli serilmek mümkün olamadığından bütün bunlar. İçtenliğime güvendiğini varsayıyorum.
Elbette. Daha önce konuşmadık bunları. Şaşırdım doğrusu.
Yazmak farklı bir yaşam formu olarak bana dayattı kendini. Yeryüzü düzleminden çekti. Başka çare üretemediğimden oralarda dolanıyorum. Arada kurtuluş mümkün mü diyerek denemelere girişiyorum. Her neyse işte. Çoğaltıp eksilterek, çoğalıp eksilerek; doldurup boşaltarak, boşalıp taşarak birlikte ve yalnız sürdürüyoruz yürüyüşümüzü. Uzun yürüyüşümüzü.
Uzun yürüyüş. Hımmm. Gönderme mi var?
Öyle uygun görüyorsan olsun tabii. Ama bilinçli yapmadım. Yarattığımız alana dipnot girsin istemiyorum. O bir nevi gölge. Neyse, sevdiğim yazarı görmezden gelecek değilim. Madem konu açıldı oraya da sapalım: Kapsayıcı bir yazıyla bütünleştiğimizde referansı da aşan boyutlarda, iz bırakacak ve içeride çatallanarak yolculuğunu sürdürecek özel bir bakışma yakalanmış demektir. Bir uçta yazar var elbette; yüzünü görmüyoruz ve belki de ilelebet görmeyeceğiz, hatta tanışma niyetimiz bile olmayabilir… Önemi de yok ya… Neyse. Biliyor musun şu düşünceyi es geçemiyorum: Yazdıkları üzerinden tanıdığımız kişiye dair bizde birikmiş malumat belki de bazı düzlemlerde ve belli açılardan yazarın kendisine dair bilgisini aşacak niteliktedir. Böylesine derinden görülmek nasıl bir soyunma halidir, bir düşünsene. O ikili sohbet hiç tükenir mi? Şunu da sorduruyor ister istemez insana: Okur ile yazarın birbirine karışıp dönüştüğü boyutlar var; o halde kim kiminle nasıl tanışacak?
Bir dakika, karşı uçta, okur toprağında yakalar gibi olduğum bir hal daha var sanki: Okuduğunda, okurken kendinle de başka türlü tanışma söz konusu ve yazarın hiç haberi yok bundan.
Yazar öyle bir kalabalıkla da sohbet etti ki yazarken, biz elediklerini okuyoruz denebilir pekâlâ. Öncesinde çoktan tanımıştı belki bizi. Bize bizi duyurmayı seçmemiş de olabilir. Seçilmemiş olmayı da hazmederek ilerlemeliyiz. Bak kendini nasıl kabuk kabuk açıyor mevzu. Dağılma olmadan derinleşmiyor mesel.
Harika. Sevdim bunu. Okuduğumuz bir yandan bizi okuyor.
Evet, tabii. Asla tek boyutlu bir eylem olamaz okumak. Ne düzeyde olursa olsun. Bakışma sadece yazarla senin aranda sınırlı kalmaz. O an aslında sadece yazar değil muhatabın; aynı anda metinle tıpkı bizim gibi derinden iletişim kurmuş her varlıkla da bakışmaktasındır. Sandığından daha kalabalık orası.
Her varlık derken?
Hep insana odaklanmaya meyilliyiz. Ne dar çerçeve ama. Kâinat sözcüğünün kendisi, titreşimleri bize çoğulluğa dair çok şey söylüyor oysa. Kulak verelim ona. Karıncaların okuyup yazdığına eminim ya da örümceğin; ahşap masanın, toprak saksının da farkı yok onlardan. Okumanın, yazmanın kalem-kâğıt-kitapla sınırlandırılmasına bir anlam vermiyor onlar; dahası mevzuya bizim gibi, böyle sıkıştırılmış yerlerden, dar açılardan bakmıyorlar.
O karınca, masa… Sana cevap veriyorlar mı
Elbette, hiç kuşku duymadım bundan. Sadece insan insana bir yaşantı dayanılmaz olurdu dostum. Ağaçlarla sohbetimin yerini örneğin başka hiçbir şey alamaz. Yazanın ve okuyanın eşitlendiği alanlara yürekten inanıyorum.
Çok eski zamanlara özlem seziyorum.
Eski yeni izafi. Buna ayrıca vakit ayıralım bence. Ama kısaca şöyle diyebilirim: Bana göre peşinden gidilmesi gereken anonim bir sanat. Yazanı ve okuyanı birbirinden ayırmayan, ayrışıp yeniden toplanarak tekbeden oluşa daha açık… Ne kadar çok tekrar edersem hissiyatımın yankısı, titreşimi de onca uzun yürüyüşünü sürdürür.
Bunu konuşalım daha sonra ama sana söylemem gereken önemli bir şey var; alışık olmadığım bir düşünce tarzının tohumunu ektin zihnime.
Buna muktedir olduğumu hiç zannetmezdim azizim, sevinmedim dersem yalan olur. Ayrı sandığımız zihinlerin kesişim kümelerini okumak ne keyif ama. Bu nedenle de açmadık mı alanımızı. İçten içe önceki tanışıklığımızın sıfırlanmasını arzulamamız bundan değil mi. İlk kezmiş gibi bakışmanın peşinde değil miyiz. Birbirimizle sohbete yeni doğmuş gibi olmak… Böyle bir tazelik iyi hissettirmiyor mu.
Öyle tabii. Başlangıçta sana bahsini açtığım mesele şimdi daha bir netlikle geldi aklıma. Titretip titreşmeyi sürdüren, bir bakıma kendilerine yüklediklerimizle çehreleri değişen, kastettiklerinin —ve kat ettiklerinin— ötesinde hiç durmadan yeni anlamlarla, yaşantıyla, anıyla ve an’la dolup, zaman zaman taşma raddesine gelen sözcükler üzerine düşünüyordum da…
Belagatinde sandığımdan daha köklü bir değişiklik sezinledim, hayırdır diyeceğim ama yok yok, vazgeçtim. Sen devam et, bölmeyeyim akışı.
Başıma bazı işler açtığının gayet iyi farkındasın.
Ne yaptıysak birlikte yaptık dostum. Paslaşmamızın isabetli olduğunun kanıtı değil mi sence de söylediklerin.
Hahaha. Derin sulara daldırdın beni ama hiiiiççç o düşündüğüm teklifte bulunma sakın.
Hiçbir şey yoktu aklımda ama merak ettim şimdi, ne kurmuştun kafanda?
Bana az sonra defter hediye edip, “Hadi yaz” diyeceksin. Ben “Hayır” diyeceğim. Net. Direniyorum. Günlük bile tutmayacağım. Ama flu ayar düzleminde seyir hoşuma gitti. Saklamayacağım senden. Ne de olsa dürüstlüğün erdemine inanıyorum.
İnanç, erdem falan… Benim sözlük yenilendi bir süredir. Pek prim vermiyorum haşmetli belagate. Şimdi sırası değil, boş verelim de biz flu ayar heyecanımızla parlamaya geçelim. Korkma hiç niyetim yok sana defter hediye etmeye. “Yaz” da demeyeceğim. Yazmamanın kurtuluş olduğuna da tanıklık ettim son yıllarda. Bir çeşit yıkım. Dekadans. Yüceltmenin antitezi. Hem genel bir tutum olarak: Vazgeçtim ısrardan.
Sen…. Vazgeçtin…. Israr etmiyorsun artık…. Buna kirpiler bile güler cancağzım.
Anlamayız kirpi gülüyor mu ağlıyor mu. Hazirana ne kaldı şurada. Çıkarlar yakında. Keşke uzun uzun bakışma şansımız olsa da senin için gülen kirpi fotoğrafı çekebilsem.
Hayali bile güzel. Biz güldürelim hep kirpileri.
Biliyor musun geçen gün sabahın kör bir vaktinde seni andım. İmgeyle gerçekliğin üst üste bindiği nadir anlardan biriydi. Nadirleşti son yıllarda doğrusu ve bu da beni kalp krizlerinden koruyor olmalı. Sanırım yazı işçiliğinde zaman geçtikçe kıyıya vuranlar arasından seçim yapmak bir nebze de olsa kolaylaşıyor. Böylece karmaşa azalıyor. Netliğin saadeti diyeceğim ama yok yok, tam anlamıyla öyle bir rehavet koyu değil bahsettiğim yer.
İmgeyle gerçeğin üst üste bindiği o ânın portresi. Bu çaba da flu ayar kapsamında.
Karanlıkta görme çalışmamız diye tanımlanabilir.
Zen yurdundayız.
Hiç itirazım olmaz biliyorsun.
Tabii, gayet farkındayım. Flu ayar’a adım adım yaklaştığımızı seziyorum. O ânın tasvirine dönersek…
Hani karanlıktasındır, adımın da havada. Önünü göremezken ve ürpertici bir şüphe içindeyken ayağının zeminle sağlam bir bağ kurduğu an var. Oraya yerleşmeni isterdim. Endişe hop diye eriyip gitmiş. Ohhh. Öyle. Durup dururken. Bir netlik üşüşmesi halinde tüm bedenini saran rahatlık. Hiçbir şey yaşanmamış gibi. Oysa o sırada neler olup bitmiş. Bir nevi kurtuluşa ermişsin. Dışarıdan bakan için bedeninde tek belirti yok, yaprak kıpırdamamış sende. Şöyle düşün: Öylece beliren bir imge miydi zihni meşgul eden, teni titreten; yoksa zamanla bilinmez hale gelmiş olsa da geçmişte gerçekten görülmüş somut bir şey mi? İşin hoş tarafı bunun önemi de kalmamış.
Orada sana kendini gösteren bir yazı mahsulü mü?
Hayır, sadece yazı odağında kalmamayı öneriyorum. Yaşantının yakın merceği. Avlanmış bir dize ya da cümle değil. Belki de dile bile gelmeyecektir. Önemi yok. Bakışmamız önemli. Başkalaşım yaratan o. Orada ortak yaşanmış kamaşma. Bu da flu ayar.
O imajı anlatmanda sakınca olmamalı…
Tabii ki anlatırım, bunun için de bir arada değil miyiz. İmge dünyasında ya da şiirin o başına buyruk düzleminde ister ziyan diyelim istersek seçilim ya da eleme, fark etmez; epey bir sözcük de gözden çıkartılıyor. Tahtından çekiştire çekiştire indirilenler, miadı dolup kendiliğinden uzaklaşanlar, tekrara yürekleri dayanmadığından gönüllü feragat edenler derken emin ol sözcükler de bildiğini okuyor. Neyse bu başka konu. Yarı açık gözlerle gördüğüm o ısrarlı imge, gaipten bir titreşimle bana gelmiş değildi, metaforla falan işi yoktu.
Çok merak ettim şimdi. Ama sanırım bazıları için görünmez bile olabilir; belki belli belirsiz, yosuna karışmış lekemsi, cıvık bir şey.
Tabii. Birçokları onu görmeden yanından geçer ya da üstüne basıp, en fazla kayınca fark ederdi.
Karşılaşmaların kurgusunda kukla gibiyiz.
Öyle. Ne güzel. O gece o iskelede işim neydi hatırlamıyorum; bir arkadaşımla sessizce yürüyorduk sanki. Dümdüz kendini sundu sadece: İskelede bir denizyıldızı. Karaya vurmuş yalnızlık şaheseri. Haiku olmak istemediğini hemen duyumsadım; onu unutacağımı bile düşünmeden, daha doğrusu bunu hiç mesele etmeden uzaklaştım yanından. Ama çoğu zaman biz neyin üzerinde durduğumuzun farkına varmıyoruz olay sırasında. Aradan zaman geçince çakıyor bazen flaşlar. Bizimki de sonradan ışıdı.
Simya çağrıştırdı bana.
Ne güzel. Sevindim. Öyle oldu gerçekten. Diplerin ve göklerin apansız hemhal oluşu. Zamanlar da karışır. Kaynaşma ayrışmayı, çözülmeyi getirir beraberinde.
Hemen başlamadı belki sohbetiniz.
Hayır, hemen olmadı. Sadece bir derin bakış. O kadar. Birkaç gün sonra tekrarlayıp dururken buldum kendimi: “Geceden dökülen denizyıldızları”. Unutacağıma kuşkum yoktu. Hep geri döndü. “Karaya vurmuş sevgililer mi onlar acaba?” Böyle bir soru formatına girdi sonra çoğullaşarak.
Havada aşk kokusu var.
Hiç de niyetim yok oysa aşk meseli yazmaya. Sıramı savmışım çoktan diye geçiriyorum içimden. Nesnesini bulmuş kendini çoğaltarak savuruyor zaten hayatımı aşk. Hücreler dolusu. Hüznün kefareti ödenmiş.
Yazmak söz konusu olduğunda hep yeniden gözden geçirilemez mi aşk gibi büyük meseleler?
Yazsam sıfırdan, söylem tepeden tırnağa değişecektir kuşkusuz. Geriye doğru kadim bilginin duyumsama alanlarında aylaklık edebilirim mesela. Ancak aramazken bulunacak türden bir bilgi rüzgâr misali yalayabilir tenimi. İçe işlemek de böyle olası. Belli belirsiz erotik çağrışımlar… Orada bir sözcükle karşılaşabilirim. Karşı da çıkmazdım belki hayaletlerle erotik deneyime.
İyi olabilirdi. Böyle bir kitap okumadığımıza eminim.
Hahaha. Fantastik sularda yüzmemek şartıyla bir yenilik çıkabilir oradan, değil mi ama. Görüldüğü gibi bize nasıl gelirse gelsin aşk her şeye karşın olanaklarından bir şey yitirmiyor. Ona giydirdiğimiz kostümler değişiyor sadece. Yine de işte denizyıldızlarını, onların o saydam ve kırılgan ama çağlar aştıkları halde taze savrulmuşluklarını düşünmeden edemiyorum. Üstüste kenetlenmiş bedenleri de temasın ısrarına ve kaçınılmazlığına dair bir yaklaşımı çerçeve içine alıyor. Ayrı çağlarda yaşamışlar belki, ama bizim bu zamanımızda bir denizyıldızı suretinde buluşup öldüklerinde ruhları birleşmiş.
Cesede doğuş mu uyanış mı sözünü ettiğin?
Yanardöner mevzular. İşte flu ayar.
Tanımlanamaz gibi görünmekle birlikte netliğe atılan… Atılmasa da meyleden… Yöneliminin yoğunluğu da değişiyor. Çok boyutlu bir elegeçirilemezlik söz konusu.
“Netlik ayarına bel bağlamayan” demiştim ya başlarken. İstemsizce, hiç planlanmadan kendiliğinden yankılandığına tanıklık ediyoruz şu an. Fazla söze gerek olmadığı ortada.
Ne yapacağız şimdi?
Hiç. Beş duyumuzla hayata bırakacağız kendimizi. Denizyıldızlarının nereye varacağını bilemeyiz. Bize kendilerini yazdırmayacak bir iç gerçeklik de taşıyor olabilirler. Her halükârda şiirin uç vermesi bu. Simya ile aralarında kan bağı olduğu da kesin görünüyor bana.
Büyükada, Mayıs 2024