Ne güzeldir uyumak, öyle değil mi? Geceleri uzun uzun, dinlenerek. Hatta gün içinde kısacık bir uyku bile, hani şöyle şeker gibi olan o kestirmeler, şekerlemeler, ne güzeldir. Ama onlar uyuyamıyorlar. Bir huzursuzlukları var içlerinde, koşullar elverişli değil, işler ters gidiyor, bir türlü dalamıyorlar güzel uykuya. Bu çok normal çünkü bir süredir dışardalar, bir süredir evlerinde değiller. Nedenini bilmiyoruz ama belli ki kötü bir şeyler olmuş, kaybetmişler her şeylerini, evlerini, düzenlerini, geceleri ve gündüzleri huzurla uyudukları odalarını da, yataklarını da. Ayaktalar, hatta sanki havada duruyorlar. Uyumak istediklerinde, başlarını ellerinin üzerine koyuyorlar ama ellerini koyacakları, yaslayacakları bir dayanak yok, havada elleri. Uyumak istediklerinde tren şeklinde birbirlerinin sırtına yaslanıyorlar, ama en öndekinin yaslandığı bir dayanak yok. Biri düşünce hepsi de düşüyor, yine dalamıyorlar uykuya.
Uyuyamıyorlar, ama çok ihtiyaçları var buna. İnsanın beden ve ruh sağlığını hem besleyen hem de o sağlığı gösteren en önemli şeylerden biri, uyumak. Onlar uyuyamıyorlar, gün geçtikçe daha da artıyor uykuya ihtiyaçları çünkü uyuyamadıkça güçsüzleşiyorlar, ruhları hassaslaşıyor. Güçsüzleştikçe asabileşiyorlar. Doğru bir yol bulamıyorlar çıkış için. İçlerinden biri bir yol gösteriyor, sonra hepsi bir ümitle o tarafa koşturuyorlar, ama olmuyor. Sonra bir diğeri başka bir yol gösteriyor, oraya da yine bir ümitle koşturuyorlar, ama o da olmuyor. İşte savruluyorlar, taaa bir deniz kıyısına kadar. Böyle olunca kaybediyorlar aralarındaki güveni uyumu, birbirleriyle sürekli kavga ediyorlar. Dilleri bile garipleşiyor, sanki hiç anlamıyorlar birbirlerini.
Uyuyamıyorlar, ama çok ihtiyaçları var buna. Böyle bir halin içinde, onlara küçücük kısacık bir uykuyu, küçücük kısacık bir rahatlamayı, küçücük kısacık bir huzuru verebilecek herhangi bir şey, çok ama çok değerli olurdu. Öyle de oldu. İçlerinden biri, başını yan çevirip yere koyduğunda, kulağı bir deniz kabuğuna denk geldi. Siz hiç deniz kabuğunu kulağınıza götürdünüz mü? Denizin sesi vardır onda, çok derinlerde bir yaşantının çok yalın sessizliği vardır. Kabuk denizin hafızası değil, şarkısıdır. Şarkı olarak çıkmıştır denizden, geçmiş bir yaranın izi olarak değil. Onu kulağınıza koyarsanız, duymaya başlarsınız sessizlik içinde bir şarkıyı, büyük suların ezgisini. Öyle iyi gelir ki ruhunuza, öyle bir esenlik verir ki, derin bir nefes alırsınız. Çok müşkül, çok kötü bir durumda olsanız da her şeyi unutursunuz. O sessizlik, o büyülü ezgi sizi alıp götürür, kendinizden geçirir, uyursunuz. Hem de ne uyumak. Yaşasın.
İşte böyle uyudu bir tanesi, mışıl mışıl. Ama yalnızca bir tanesi. Peki ya diğerleri? Elbette onlar da uyumak istiyorlar, onlar da çok ama çok muhtaçlar bir yudum uykuya. Böyle olunca bir diğeri koştu deniz kabuğuna, aldı diğerinin elinden kulağından, koydu yasladı kendi kulağına. O da aynı şeyleri yaşadı, ohh, aman yarabbim, uyuyorum sonunda, ve daldı güzel uykusuna. Fakat biri daha var uykusuz. Olup bitenleri anlayınca, görünce diğerlerinin nasıl ne güzel uyuduğunu, bu sefer o gözünü dikti kabuğa. Fırlayıp koştu, iyi kötü doğru yanlış hiçbir şeyi düşünmeden aldı kabuğu koydu kendi kulağına. O da aynı şeyleri yaşadı, daldı güzel uykusuna. Ama biri daha var uykusuz, biri daha var, biri daha var.
Böyleyken nasıl çıkmasın kavga, elbette çıktı. Hem de kardeşler arasında hem de özünde çok iyi ve çok sevecen olduğunu düşündüğümüz o insanlar arasında. Ama bu normal çünkü çok uykusuzlar, çok ihtiyaçları var uykuya, çok güçsüzler. Böyleyken iyinin ve kötünün berisindeler, tek istedikleri birazcık uyku. Böyleyken bir deniz kabuğu için kavga etmeleri çok normal, çünkü yalnızca o kabuk veriyor onlara uykuyu. Kavga ettiler, hem de ne kavga. Kabuk oradan oraya havalarda uçarken, hooopp düştü denize. Eyvah ki ne eyvah. Her şey bir anda bitiverdi. Ellerindeki o neredeyse kutsal varlık geldiği sulara karıştı gitti. Verdiğini geri aldı deniz.
Şimdi yeni bir kavgaya başladılar. Senin yüzünden oldu, hayır senin yüzünden, hayır asıl senin yüzünden. Sonra yoruldular birbirleriyle kavga etmekten, başka bir şeye, denize yöneldiler. İnsan denizle kavga eder mi? Böyle bir haldeyse eder. Denizle de eder, çölle de eder, ormanla da dağla da eder. Kızmayın onlara, koşullarını hatırlayın, nedenlerini anlamaya çalışın, kızmayın. Böyle bir halde insan, böyle uykusuz böyle güçsüzken, kendinde büyük bir değersizlik hissi yaşar, giderek kaybeder kendine sevgisini, kendi masumiyet iradesini. Her şeyden çok kendine düşman olduğu için, her şeyden çok kendini suçladığı için, diğerlerine de aynısını yansıtır. Yoksa ne deniz suçludur ne diğerleri.
İnanır mısınız, azıcık kavga onlara iyi geldi. Korkmadılar bundan, kaçmadılar. İhtiyaçlarının, iyi olmak için taleplerinin, en temel arzularının peşine düşmekten çekinmediler. Yahu biz çok zor durumdayız, başımıza kötü şeyler geldi, çok şeylerimizi kaybettik, kalanlarla yeniden yeni bir hayata başlamak istiyoruz, bundan daha doğal ne olabilir. İşte bütün güçsüzlüklerine karşın içlerinde olan bu neşe, bu öz güç onları hayatta tuttu. Bir şeyler yaşandı, tamam, bir kabukla kendilerinden geçtiler, güzeldi, tamam, sonra onun için kavga ettiler, hatta bunun için denizle bile mücadele ettiler, sonuçta yeniden uykusuz kaldılar, çok fena, kabul, hepsi kabul. Ama hata değildi bunlar, deneyimdi. Doğru ya da yanlış değildi, bir arayıştı, deneyimdi. Öğrenme böyle olur. Uyanış böyle olur.
Ne mi öğrendiler? Hayatın sırrını. Evet, bu kadar büyüktür, herhangi bir deneyimden öğrenebileceğimiz, eğer gerçekten yaşarsak onu. Şuydu öğrendikleri hayatın sırrı: Müziği kendimiz yapabiliriz. Evet, deniz kabuğundan gelen o gizemli şarkıyı birlikte biz kendimiz de çalıp söyleyebiliriz. Çok uykusuz, çok yorgun, çok güçsüzdük. Bir deniz kabuğuna tesadüf ettik, bu bize unutulmaz bir uyku tattırdı. Bu uyku bizi tazeledi, bize güç verdi. Hepsi de güzeldi, hem de çok güzeldi. Ama bize ait değildi bu güç, dışarıdan, bir deniz kabuğundan geliyordu. O kabuğun içine girip yerleşmeye çalıştık ama bu imkânsızdı, evimiz orası değildi. Ancak bir süre yaşadık onunla, bu bize iyi geldi. Ondan uyumu öğrendik, ruhun gıdasını öğrendik, gözlerimizi kapayıp dinlemeyi öğrendik akışın gizemli sesini. İyi geldi. Ama bize ait değildi o güç, bir gün gideceği biteceği belliydi, ki gitti bitti, bunu da öğrendik.
Hata değildi yaşadıklarımız, doğru ya da yanlış değildi, deneyimdi. Hayatın sırrını öğrendik: Müziği kendimiz yapabiliriz. Müziği kendimiz yaptığımızda, kendi gerçekliğimizi yaratırız. Nasıl olur, ne tür bir müzik olur bilinmez, ama ancak birlikte yapabiliriz bu müziği. Bir evimiz olacaksa yeniden, bu müziktir. Yeniden gözlerimizi kapatabilecek, yeniden güzel bir uykuya dalabileceksek, birlikte yaptığımız bu müzikle olacak. Dışardan, denizden ya da gökten gelen gizemli bir güçle değil, kendi öz güçlerimizle. Elimizde ne varsa, kim olursak olalım, ne yapabiliyorsak onunla bir müzik yapabiliriz; deneyin göreceksiniz, nereye dokunsanız bir ritim, nereyi gıdıklasanız bir ezgi, deneyin göreceksiniz. Nasıl, ne tür bir müzik olur bilinmez, ama ancak onunla gelebiliriz yeniden bir araya, onunla edinebiliriz yeni bir dil. Yeniden seveceksek kendimizi, yeniden güçleneceksek, kavgaları aşıp yeniden canlanacaksa dostluk, birlikte yaptığımız bu müzikle olacak. O vakit bir evimiz olabilir, o vakit uyuyabiliriz yeniden, o vakit dinlenebiliriz hep birlikte. Ve o vakit yeniden çıkabiliriz evden, yeni başlangıçlar için, yaşamı tazelemek, candan gülmek, olup bitene gülümsemek, uyumu hissetmek, belki birlikte dans etmek ve kendi rüyalarımızı görmek için yeniden.
İşte bende böyle bir hikâyesi var Kabuk isimli oyunun. Bir kere izledim ama bitmedi, devam etti içimde, günlerdir de sürüyor etkisi. Ankara’da, ülkede, yeryüzünde bu incelikte bir oyun izlediğim için seviniyorum. Ama hepsi bu değil. Bu oyunun çocuklara yönelik olduğunu hatırlıyorum, sevincim artıyor. Bu oyunun özellikle Şubat Depremleri’nden etkilenen bölgelerde, yani gerçekten yıkılan dünyalarda acısı taze, canı çok yanan insanların, çocukların ve ebeveynlerin önüne çıktığını, çıkacağını biliyorum; her bir temsiliyle bir yaranın iyileştiğini, kabuk bağladığını hayal ediyorum, sevincim artıyor. Bir tiyatro oyununun nasıl şifa olabileceğini, nasıl bir iyileşme, nasıl bir dayanışma üretebileceğini görüyorum, sevincim artıyor. Sanatın, böyle bir genişlikte etik-politik bir eylem olduğunu görüyorum, sevincim artıyor. Ve demek ki, en nihayetinde bir sanatçının, yaşamla bu derinlikte temas kurabileceğini, böylesi sade, gerçek ve özenli bir sevgiyle sanatını bir araya getirebileceğini görüyorum, sevincim artıyor. Bu sevinci üreten herkese, yazan yöneten, oynayan, müziklendiren, finanse eden bütün ince ruhlara şükran doluyum. Dilerim siz de bir gün izlersiniz, çokça da izletirsiniz. Dilerim ortak bir sevinci siz de yaşar, nefes alır, yaşama yüreklenir, gülümsersiniz dünyaya.
Not: Semih Ali Aksoy’un yazıp yönettiği Kabuk isimli bu oyun, Gülriz Sururi – Engin Cezzar Tiyatro Teşvik Ödülü desteğiyle üretilmiş, İKSV 50. Yıl Genç Sanatçı Fonu ile desteklenmiştir. Özellikle deprem bölgesinde, oradaki çocukların önüne çıkacak sezon boyunca. Fakat bazen başka yerlerde de olacak.