Bir insan hayal edin, gardırobunun önünde oturmuş, gardırobuna ve etrafa bakıyor, üzerinde iç çamaşırlarıyla. Yatağın üzeri dağınık bir pazar tezgâhı gibi; giyilip çıkarılmış giysiler, olası kombinlerin parçaları birbirlerine yakın olacak şekilde gelişigüzel fırlatılmış… Farklı parçaların gerektirdiği farklı çamaşırlar, hava durumuna uygun hırka, gömlek ya da şallar da bu tezgâhta yerlerini almış. Ara sıra yarısı giyilmiş giysileriyle ayakkabı dolabına gidip geliyor bu kişi, çantalarına da bakıyor. Bunları yaparken gününü gözden geçiriyor; nereye gidecek, yürüyerek mi gidecek, otobüse ya da metroya mı binecek, eve dönüş saati gecikirse taksiye binmesi gerekecek mi, hangi sokaklardan geçecek… Şunu giyse içini belli ediyor mu, kenarından açılıyor mu, peki oturunca nasıl, ya da kollarını kaldırınca ne oluyor? İşe mi gidiyor, arkadaşlarıyla buluşmaya mı; şık mı olmak istiyor, sade mi… Acaba hem “ciddi” bir iş görüşmesini kaldırabilecek hem de sonrasında arkadaşlarla rahat bir ortama uyum sağlayacak bir giysi nasıl bir araya getirilir? Günün planı toplu taşıma ya da taksi seyahati içeriyorsa, bir yerden bir yere yürüyerek gidilecekse, bunları yaparken bu insan hem içinde kendi gibi hissedeceği, kendini iyi hissedeceği, hem de kendini biraz daha güvende hissedeceği, sokaktaki riski azaltacak bir “outfit”i nasıl oluşturur?
Bu satırları okurken gözünüzde bir insan canlandıysa bu kişi muhtemelen bir kadın olmuştur. Burada tarif etmeye çalıştığım, kadınların ne yazık ki çok iyi tanıdığı, erkekler için ise çoğu zaman bir şaka konusu olan, kaotik, karmaşık, çok katmanlı bir an. “An” dediğime bakmayın, bu anlar yaşamın tümüne yayılan, gündelik yaşama mührünü vuran anlardır. Ezgi Ay, “Maşallah!” isimli kısa filminde tam da bu hissi anlatmanın peşine düşmüş ve filmi izlemek hem bu kalbi sıkıştıran, bedeni parçalara ayırıp kişiden koparan hissi, hem de bir hakikatin dile gelmesinin, görünmesinin, gösterilmesinin verdiği derin bir “Hay yaşa!” hissini aynı anda yaşatıyor.
Filmde giyinmeye çalışan bir kadın görüyoruz. “Ne kadar zor olabilir ki?” diye soruyor filmin sinopsisinde Ezgi Ay, sonra da gösteriyor izleyiciye, sinemanın ışık-gölge oyunlarını kullanarak, böylece “küçük ölümleri” hissettirerek. Evet, işte bu kadar zor olabilir. Sokağın sesi odaya doluyor, ayna karşısında kadın giyinmeye çalışıyor, sağdan soldan kıyafetinin nasıl göründüğüne bakıyor, toplum odaya doluyor, kadın boynuna bir şal doluyor… Tüm bunlarla aynı anda, bıyık altından söylenen bir “Maşallah!”, istenmeyen bakışlar, hızla yürünen, hatta koşarak geçilen karanlık sokaklar da doluyor odaya. İçeri ve dışarı, sokak ve ev, beden ve bedenin sınırları, özel olan ile toplumsal olanın nasıl birbiri içine geçtiği, konunun olanca ağırlığına rağmen, yine de “kız neşesi”ni de içeren bir oyunsulukla ifade bulmuş bana kalırsa.
Toplumun ahlaki normlarının ve kadın ve LGBTİ+’lar için kamusal temsiliyetin önemli bir kısmı nasıl giyindiğimizle, kendimizi nasıl “sunduğumuzla” ilgili. Fakat toplum odamıza, gardırobumuza ve zihnimize böyle sızarken seçimlerimizin ne kadarını kendimiz yaptığımızı söyleyebiliriz? Keşke, diyeceğim, yalnızca dışarıda bulunan bir düşmanla savaşmak için, ondan korunmak için giriyor olsaydık bu kadar zahmete. Oysa ahlak sistemlerinin koşullamaları kişinin kendi bakışına da sızıyor, ister istemez o bakışı kullanıyorsun. Bedenin sana değil, dışarının gözüne ait artık. Fark etmeden kendi kendine de üretmeye başlıyorsun kendi mahkumiyetini. Bu noktada film soruyor: Hayatta kalmak için kaç nazar boncuğu gerekir?
Dışarıdan bakıldığında, özellikle erkekler tarafından “sadece küçük bir an” olarak görülen bu hal, hatta bağlamından koparılıp “Ne var canım, erkekler de giydiklerinin nasıl görüleceğine dikkat etmek durumunda.” denen bu durum, bir insanın zihninin ne kadarını meşgul edebilir? Henüz dışarı çıkmadan, evin içinde başlayan bir denetimden söz ediyorum. Evin içinde başlıyor, çünkü evin içi her zaman herkes için güvenli olmayabilir. En basitinden, aniden kapı çalabilir ve kapıyı nasıl bir kıyafetle açtığınız hayati öneme sahip olabilir. Evdeki diğer kişilerin çoğu zaman iyi niyetli uyarıları da burayı besler; “O etekle için görünebilir bak, onu değiştir.” diyen bir anneden tutun da, “Böyle mi çıkacaksın sokağa, çabuk düzgün bir şey giy!” diye azarlayan bir abiye kadar örnekleri çoğaltabiliriz. Böyle böyle dışarının gözü çatlaklardan içeri sızıyor. O bakışın içselleştirilmesi, kişinin kendi bakışına dönüşmesi ve böylece kişinin beden algısını, beden gerçekliğini de belirleyen bir iç-denetim mekanizmasına yerini bırakması. İşte dışarıyla içeri birbirine böyle karışıyor.
Son zamanlarda yakın çevremdeki kadınlarla konuştuğum bir konuyla da ilgili bu. “Kimseye güzellik borcumuz olmaması” ne demektir? Kıyafetlerimizi kimin için seçiyoruz? İçinde rahat edeceğimiz kıyafetleri tarif ederken, kendi rahatımızı mı, yoksa başkalarının rahatını mı gözetiyoruz? Son bir yılda artık isyan ettim ve bundan sonra belimi sıkan, bedenimi sıkıştıran hiçbir şey giymemeye söz verdim kendime. Evet bu kararım son derece toplumsal çünkü kadınlar olarak kıyafet seçimlerimiz hiçbir zaman özel bir mesele olmadı. Giydiklerimize ve bedenimize zabıta gözüyle, asker gözüyle, polis gözüyle bakmamız gerekiyor ki ahlaki normlara uygun, yeterince usturuplu, korunaklı, “millete yanlış fikir vermeyecek” şekilde giyinelim, fakat bunu yaparken seçimlerimiz yine o toplumun başka bir ahlaki normunu da karşılayacak şekilde olsun; yani yeterince güzel, alımlı, bakımlı görünelim. Konuştuğum kadınların bazıları “Yok canım, ben o kadar önemsemem nasıl göründüğümü, el âlemin ne diyeceğini falan. Şöyle düzgün bir şeyler giyerim, oldu bitti.” gibi bir şeyler söylüyorlar. Öyle derinlere işlemiş ki mesele, görünmez olmuş, sıradanlaşmış. “Bir kadın her zaman kıyafetinin dışarıdan nasıl göründüğünü bilmeli” gibi, kime yaradığı belli olmayan adabı muaşeret kurallarına karışmış, belki “yüksek kadınlık becerileri” arasına girmiş, bunu becerebilen ve beceremeyen kadınlar olarak bir de buradan bizi birbirimizden ayırmış. Söylese ya biri, şu “düzgün bir şeyler” nerede satılıyor? Şimdilerde moda olduğu gibi bir kapsül gardırop yapıp “Ne giyeceğim?” derdinden tümden kurtulsak. Fakat biliyoruz ki böyle bir şey olmayacak. Daha, daha ve daha makbul şekilde, yani daha korunaklı, daha az dikkat çekecek şekilde giyinmek hiçbir zaman bizi korumaya yetmedi. Git gide kendine de dışarıya da görünmez hale gelmek çözüm olmadı. Dolayısıyla “Ben artık ne giyeceğime karar verirken, bedenimin içeride nasıl hissettiğine bakmaya karar verdim!” demek, dalga dalga yayılmasını istediğim bir devrim hareketi gibi. Tam da bu yüzden kadınlar arasında yapılan bu sohbetler hepimizi güçlendiriyor. “Maşallah!” filmi de bu sohbeti başlatmak için müthiş bir zemin sunuyor ve sanatın -ille de bir işlev atayacaksak- “sohbet başlatma” işlevini sinemanın yer yer belgesel yer yer deneysel olan, o tanımsız sınırlarında gezerek yerine getiriyor.
Nasıl güvende hissedeceğiz? Peki, nasıl hissedeceğiz bu bedeni? Bir şey giydiğimizde dikkatimizi bedensel duyumlarımıza en son ne zaman getirdiğimizi hatırlıyor muyuz? Muhtemelen hayır. Belki de hiç böyle bir şey yapmadık. Nasıl göründüğümüzle fazlaca ilgiliyiz ama, onları sorsalardı bilirdik. Mesela hangi kot pantolonu giyince göbeğimizin çıktığını, hangisinin toparlayıcı olduğunu biliriz. Bedenimizin hâkim güzellik standartlarına uymayan parçalarını nasıl saklamamız gerektiğini de biliriz. Fakat bu amaçla kullandığımız kıyafetlerin bedenimizde yarattığı duyumları tam olarak bilmeyiz, önemli değildir, öncelikli değildir. Asıl öncelikli olan nasıl göründüğümüzdür.
Yaşamımızı büyük oranda bedenlerimizi duymadan geçirdikten sonra kalkıp bu bedeni sevmeye çalışıyoruz. Öz şefkat çalışmalarında verilen ilk ev ödevlerinden biridir bu, bedenin ihtiyaçlarına duyarlı olmayı, üşüyorsak üstümüze bir şey giymeyi, susadıysak su içmeyi, bir ihtiyaç varsa onu karşılamayı pratik ederiz. Bu çok zor bir iş, takdir edersiniz ki. Kendim dediğim bu beden, belli işlevleri yerine getirmek ve belli şekilde görünmek zorunda olması dışında hiç ilgimi çekmemişse, onu nasıl duyumsayabilirim? Nefesin bedendeki yolunu, ayak tabanlarımı nasıl hissedebilirim? Ellerim, kollarım, bacaklarım şu anda nasıl, rahatlar mı? Kişinin bedeninde nasıl hissettiği ahlak sistemlerinin, toplumsal normların ve tahakküm ilişkilerinin hedefi haline geliyorsa, burası elbette bir pratik alanıdır. Bu bedensel duyumlarla bağımızı koparan sistemler içinde yaşarken, bunu böyle adlı adınca söylemenin iyileştirici gücünü derinden hissediyorum, belki de bu filmin ana niyeti budur.
Filmin sonunda o kadın, benim beklediğim gibi bir isyanla sokağa çırılçıplak çıkmadı ama, aynayı kırdı. Oh, biraz olsun rahatladık! Kırılmış ayna parçalarında farklı kadın yüzleri belirdi; sen, ben, o; hepimiz. Son derece çarpıcı bir jenerikle bitiyor film; sesimize birlikte sahip çıktığımız, yan yana geldiğimiz bir son. Filmin sonu, yaşamın bir diğer başlangıcı, an be an. Sahip çıkacağımız sesi, kendi sesimizi, bedenimizin sesini, birbirimizin sesini duymaya dair güçlü bir arzuyu canlandıran, uyandıran bir film “Maşallah!”. Dilerim duyacağımız tüm “maşallah”lar bir bıyık altından değil; annelerimizin, ablalarımızın, kız kardeşlerimizin ses tonunda söylensin.