Artık üzerimde eğreti duran bir hırkaya dönüştü bu isim, başka birinden ödünç alınmış da bir türlü geri verilememiş bir hırka gibi. Durduğu yerde yabancılığını bilen, bir an önce sahibine ulaşmayı emreden bir hırka. Konuşuyor benimle, odayla, eşyayla. Salıverilmek istiyor.
Eşya da konuşuyor sahiden. Üzerime diktiğim ne varsa sorguya başladı. Seninle benim aramdaki sınır nerede diyor. İncecik iplerle dikilmişler tenime, baksan sapasağlam görünüyorlar ama şöyle bir arsız çiviye takılıverse çözülüp gidecek hepsi. Belki o çiviyi bekliyordum bunca zamandır. Bu bekleyiş, neyi beklediğini bilmeden, içerideki ve dışarıdaki tüm gürültüyle kuşatılan bir kalede, eşya ile konuşarak, dikişleri söküp hemen yenilerini dikerek, pencerenin dışındaki yaşamı izleyerek, burada olmayan bir düşü, gerçek olmayan bir rüyayı, benim olmayan bir ismi bekleyerek harcanan bir bekleyiş. Böyle oldu, başka türlü de olamazdı.
Madem bunu gördüm, şimdi söküp atmalı üzerime diktiğim tüm dikişleri, eğreti duran hırkaları, artık içine sığamadığım giysileri, duvardaki resimlerimi ve öyle boş bırakamazsam eğer, yenilerini doldurmadan önce, hiç değilse o minik aralıkta, dönüp bakmalı bir kerecik olsun, buradaki nasıl bir varlık diye. Belki birazcık genişler o boşluk, ve orada bir deneme, bir yanılma, bir düşme, bir kalkma, bir taze bakış doğabilir.
Bildik tanımların işlemediği, alın al, morun mor olmadığı, büyük harfle yazılan isimlerin hiçkimse’ye dönüştüğü bir yerde, bu boşlukta, denemeler nasıl olurdu? Bunu düşünmek istiyorum.
Şimdi baştan başlayalım ve deneme’ye yeniye atılan bir adımdır diyelim, bence münasip. Çok kereler yapılmış bir işi yapmayı deniyorsa biri, bunun ne kadarına deneme diyelim? O adım zaten atılmış, yol geçilmiş, bir patikası var, kime sorsan da gösterecek. Bu durumun deneme’ye yaklaşan kısmı ancak o kişinin kendini sınaması olarak görülebilir. Yine de kabul edeceğim, kişi kendini deniyor diyeceğim. Ama bakın gözümüzün önünde her şey, kaçamıyoruz. Kendini deneyen ne yapıyor? İpucu veriyorum, elinde iplik var.
Okurun her zaman kendinden daha zeki olduğunu varsaymayı öğütleyen bir yazarı hatırlıyorum burada ve açıklamayı kısa tutacağım.
Kendini deneyen, aslında almış eline bir iğne iplik, etine yeni bir şey dikmeye çalışıyor. Ama bu yeni bir şey değil ki. İnsanların çoğu zaten elinde aynı iğne iplikle yaşıyor. Dolayısıyla deneme böyle olamaz. Nereden başladık, “yeniye atılan bir adım” diye tanımlamıştım. Öyleyse bu yeniye bakalım.
Her şey her an değişiyor. Bunu biliyoruz. Ama dürüst olalım ki pek hoşumuza gitmediği için ustaca göz ardı etmeyi de öğrendik. Düşünsenize ne çok aracımız var bu hakikatten kaçmak için. Kendimizi oyaladığımız tüm oyuncaklarımızla, ille de sabit kalmak için kuşandığımız isimlerle, “şöyle biriyim, böyle biriyim” demelerle, sıkı sıkıya yapıştığımız ilişkilerle ve rollerle, en ufak değişikliği, farklılığı, yabancıyı, yeniyi, “acayip, garip ve tuhaf”* olanı öyle bir itiyoruz ki, yeniyle ya hiç sahiden karşılaşamıyoruz ya da o karşılaşmadan dönüştüğümüzü göremeyecek kadar gözümüzü köreltiyoruz. İşte bu hakikate bir parçacık gözümüzü açabildiğimizde, bir parçacık taze bakış doğuyor. Artık dünyayı daha az bulanık görüyoruz, olduğumuz yere birazcık daha geldik ve gördüğümüz her şey kaçınılmaz olarak yeni.
Hakikatin doğasında değişim, dönüşüm ve geçicilik var; bunu görebildiğimde yeniyi de görebiliyorum. Oradaki eylem eylem, deneme de deneme oluyor. Diyeceğim ki, alın al morun mor olmadığı yer burası.
Buradaki nasıl bir varlık diye sorabildiğim o aralıkta, bahsettiğim dikişler birer birer çözüldükçe, yapanın ve yapılanın arasındaki mesafe de azalıyor, ve bence, bir deneme, tam orada mümkün olabiliyor. Bir erime, fakat bilinçsiz bir uçuşma değil. Uyuşma değil. Kendini kaybetme değil. Diyelim bir yazıysa bu iş, yazının kendini yazmasına benzer. Bir yazan var elbette, yok değil, yazan kendini de, varlığını da biliyor. Ne yazdığını, neden yazdığını, başladığı yeri, istikametini de biliyor. Fakat öyle ki, Shunryu Suzuki’nin dediği gibi, işi öyle bir yapıyor ki, kendinden hiçbir iz bırakmıyor. İşte çözülen dikişlerle üzerimizden dökülenleri, bu izi kalmayan kendilik gibi düşünüyorum.
O özgür alanda, o aralıkta, o boşlukta yapılan her şey bir denemedir. Aynı zamanda bir işin aslıdır. Daha iyisine ulaşmak için atılan ilk adım ya da sözlük tanımındaki gibi bir “girişim” değildir artık deneme; “son biçimini bulmamış, taslak durumunda olan” da değildir. Eylemin kendisidir. Böyle bir denemeyi kendime sunduğumda, artık bana ait olmayan isimleri beklemek yerini yavaş yavaş bir boşluğa bırakıyor, dikişler çözülüyor; bu çözülmeyi kendime sunabildiğim kadarıyla da, hiçbir şey gibi görünen bir şey oluyor ve hayatım kaçınılmaz olarak değişiyor.
* Öykü Terzioğlu Özer’e sevgilerimle, bkz. Acayip, Garip ve Tuhaf!