Kurban etmenin kutsallığı, bahşetmenin kutsallığıyla el ele gidiyor. Hiçbirimiz tümüyle dışında değiliz bu kültürün, bazen bahşeden oluyor ve olmak istiyoruz, bazen bahşedilen. Bazen kurban ediyoruz, sevdiğimizden; bazen uğrumuza kurban edilsin istiyoruz bir şeyler, sevilme hissine ihtiyacımızdan. Oysa sevgi bahşetmez, sevgi kurban etmez.
Bahşeden bir tanrının ve ona inancın egemen olduğu bütün kültürlerde, bahşetmek de kutsallık kazanıyor. O yüzden bir bahşetme ahlakının içinde yaşıyoruz. En dramatik ve makro ölçeklerden tutun da en gündelik ilişkilerimize kadar bu ahlakın hem var eden öznesi hem de alıcısıyız. Dolayısıyla söz konusu ahlak dinle ve inançla sınırlı da değil; aile ilişkilerini de, arkadaşlığı da, aşkı ya da cinselliği de bahşederek yaşıyoruz.
Yukarıdan aşağıya verme halidir bu; fazlasına sahip olanın hiç olmayana yahut çok az olana bir şeyler bağışlaması hali. Bahşedenler bazen aşkın varlıklardır, bazen kurumlar, bazen de insanlardır. Bazen bilgi bağışlanır, bazen umut, bazen para, bazen huzur, bazen gıda. Bahşedenler alkışlanır, övülür, takdir edilir, sevap kazanır. Bahşedenler bahşettikleri için huzurlu ve gururludur, vicdanları rahatlar; kendisine bahşedilenler de elde ettiklerinden dolayı mutludur, minnettardır. İşte bu egemen duygular, bahşetme ahlakının çarklarıdır. Eksiklik içinde yaşayan, elde ederek mutlu olmak ister; fazlalık içinde yaşayan da birazını bahşederek. O yüzden bu ahlak için devindirici olan, eksiklik ve fazlalık hallerinin, yani bir dengesizliğin devam etmesidir.
Her ahlak öncelikle kendini korumayı hedeflediğinden, düzenin çarkları da kutsiyetle korunur, sorgulanmaz. Bahşetme ahlakında da bahşetmek iyi olduğundan ya da iyilik bahşetmek olduğundan, bahşetmek sorgulanmaz. Bilakis, bahşeden olmak kutsallık derecesindedir, o yüzden yücelenir, büyük bir saygınlık, büyük bir övgü görür. Böyle bir ahlakta, bahşetmenin ve bahşedenin yücelendiği bir kültürde, kimse bu durumu bir sorun olarak görmez, tam tersine normal olan bahşetmeyi istemektir, bedeli rekabet ya da hırs da olsa ideal olan bahşedici konumunda olmayı istemektir, bahşeden kadar güçlü olmayı hayal etmektir, o kadar itibar görmeyi, yücelenmeyi de.
Böyle bir idealle yaşamak norm olunca, yaygınlaşır. Böyle bir ideal, ruhlara yerleşince, sorgusuz sualsiz bir alışkanlığa dönüşür, mutlaklaşır. İşte bu yaygınlığın, bu normalliğin, bu alışkanlığın sakladığı bir şey vardır: Bahşetme ahlakı, acı ve ızdırabın eseridir; kaynağında kudretsizlik, sevgisizlik ve kederli duygular bulunur.
Birden, dramatik bir geçiş yaptığımın farkındayım. Şimdi sakince, birlikte düşünelim. Bu ahlak düzleminde bahşetme nasıl mümkün oluyor? Şüphesiz öncelikle bir hiyerarşiyle, bir dengesizlikle. Daha fazlasına sahip olanlar, diyelim ki daha güçlüler, daha zayıflara bahşederler. Varlık hiyerarşisinde, kendisine bir şeyler bahşedilsin isteyenlerin “eksikliğini” fark etmekte zorlanmıyoruz. Oysa bu durum, bahşedenler ve bahşetmek isteyenler için de geçerli. Bahşetmek, bahşedilen şeyin daha fazlasına “sahip” olmakla mümkündür. Peki neden daha fazlasına sahip olmak isteriz ve oluruz? Elbette birçok sebep sayılabilir. Ama hepsinin geri planda ortaklaştığı kederli haller ve duygular vardır; korku gibi, umut gibi. Kederli duygularda insan edilgindir, kudretlerinden koparılmıştır; bir eksiklik, yetersizlik fikri hakimdir, hâlâ olmamışlık ya da henüz olmamışlık sanısı vardır. İnsan, bir eksiklik hissettiğinde, hiç tamamlanmama hali yaşar durur. Kendisi dahil her şeyi, kendini tamamlayacak bir nesne, bir fayda, bir besin olarak görür. Doldurdukça doldurur kendini, elde ettikçe daha fazlasına ihtiyaç duyar, her zaman meşru bir gerekçesini yaratır daha çoğunu kazanmanın ya da daha çok biriktirmenin, daha nüfuzlu, daha iktidar olmanın. Esasında onun da istediği, kendinden daha büyük birilerinin, inandığı büyük güçlerin, ona bahşetmesidir.
Buradaki acıyı hissedebiliyor musunuz?
Her iki durumda da acı vardır. Yoksunluk kadar daha fazlasına sahip olmak da bir acının eseridir. Öyleyse bahşetmenin de temelinde bu acı vardır. Kurban etmek bir erdem değildir, kederli ruhların gözyaşlarıdır. Bahşettiği vakit, kurban ettiği vakit mağrur, huzurlu ve mutlu görünebilir insan, oysa acısı içseldir, yara kanamaya devam eder. Hatta bu bahşetme pratiği, çoğu zaman acıyı dindirecek bir şey olarak kabul edilir ve uygulanır. Şaşırmamak, anlamak gerek; böyle bir ahlakın içinde bundan daha normal ne olabilir?
Fakat bu, gerçek şifa değildir, hatta şifa bile değildir; bilakis, olanın olduğunu gibi devam etmesini sağlayan yeni bir besin, yeni bir girdi, yeni bir ittiricidir. Bahşeden, elindekilerin bir kısmını verirken büyük bir kısmını elinde tutmaya devam eder; bahşedilen de küçük bir şeyle varlık hissi yaşayıp yokluğunu, yoksulluğunu, kudretsizliği sürdürür. Demek ki güçlü güçlü kalmaya, iktidar olmaya, varlık hiyerarşisinin yukarısında bir yerde olmaya, zayıf da zayıf kalmaya, tabi olmaya devam eder. Demek ki bu bahşetme hali, acı üretmeye, yaraları kanatmaya devam eder. Bu hiyerarşi, bahşedenin de kendisine bahşedilenin de oldukları halini ve konumunu korumasına bağlıdır, bahşetme bunu öylece sürdürür, geri besler. Bütün bu normalliğin bizi alıştırdığı bir şey daha vardır: Varlık hiyerarşisi, aynı zamanda değerler hiyerarşisidir. Bahşetme ahlakı, daha aşağı görünen, daha az değerli görülen şeyin bahşedildiği bir ahlaktır, onu kurban eder. İşte o yüzden bahşetme, bahşedilen her neyse en büyük acıyı onda üretir. Bazen nesneler, bazen çocuklar, bazen ötekiler, bazen hayvanlar.
Demek ki şifa bahşetme değildir, kurban etme değildir, olamaz. Her iki acının da kaynağında sevgisizlik, yani kudretsizlik vardır. Öyleyse gerçek şifa başkadır. Yine birçok şeyden bahsedebiliriz. Ama hepsinin geri planda ortaklaştığı sevgidir, kudrettir. Bu çok yalın gerçeğe giden yolu, sakin sakin, anlayışla, şefkatle yürümektir şifa. Büyük bir şiddetin karşısına bir başka şiddetle çıkmadan, büyük bir ahlakın karşısına başka bir ahlakla dikilmeden, “bahşetme” haline bakmak için bahşedenler ve etmeyenler ikiliği, yani kötüler ve iyiler kutbu yaratmadan, gerçekten o acıya bakabilmek, oradan geçebilmek, mümkünse sevginin doğasına, yaşamın özüne dokunabilmektir şifa. Bahşetmeyi sürdürmekte değil, bahşeden aşkın bir varlığa kurban vermekte değil, sevginin kudretiyle yaşamaktır.
Yine dramatik bir geçiş yaptığımın farkındayım. Öyleyse bu şifayı da yine sakince, birlikte düşünelim. Özümüz kudrettir. Canlı cansız var olan her şeyin özü kudrettir; her şeyle ortak yanımız da budur. Hepimiz bir kudret parçasıyız. Bu kudret, yaşamda olma kudretidir, yaşama kudretidir. Hepimiz yaşamayı arzu ederiz. Taşta, farede, ağaçta, bende ve sizde, yani her şeyde yaşama kudreti vardır, her şey yaşamı arzular. Öyleyse kudretimiz ile arzumuz birdir; var olma kudreti ile var olma sevincimiz birdir. Demek ki gerçek varlığımız sevgidir; özümüz, yaşama kudretimiz, sevgimizdir.
Kudretlerimizle bir arada, kendi gerçekliğimizle uyumlu yaşadığımız sürece; ilgi ve bireyliklerimizle bağlantıda olduğumuz sürece benliğimiz, zihin ve bedenimiz, sevinç üretir. Sevgi olmaya ve sevmeye devam eder. O vakit sevgi, içsel bir kaynak olarak kendini var edebilir. İşte seviyorum. Varım, kudretlerimle bir bütünüm, gerçekliğimi yaşıyorum, seviyorum, yaşıyorum. Yürüyor, konuşuyor, duyuyorum; meyve topluyor, toprağı kazıyor, taşı yontuyorum; sözcükleri eğip büküyor, imgeleri birbirine bağlıyor, oynuyorum. Her ne yapabiliyorsam, neyi nerede nasıl ne derece yapabiliyorsam, öyle yapıyorum. Yaşıyorum, seviyorum, kudretlerimle bir aradayım.
Yalnızca kendi kudretlerimle de değil, beni çevreleyen bütün kudret parçalarıyla da bir aradayım. Hiçbir şeyin ve hiç kimsenin yokluğunu istemiyorum, acı çekmesini istemiyorum, mahvolmasını kahrolmasını istemiyorum; hiçbir varlığı sömürmüyorum; hiçbir varlığın ızdırabına, kederine bağlamıyorum mutluluğumu da neşemi de. Bilakis, her tekil varlık kendi gerçekliğini yaşasın, onlar da birer arzu olarak, birer kudret olarak, birer yaşam olarak var olsun istiyorum. Neyse gerçek, o olsun. Su ıslatsın, ateş yaksın, gül koksun istiyorum. Rüzgâr essin, gök gürlesin, çelik gagasında fecri taşısın istiyorum mavi kartal. Var olan bütün tekillikler, kendi özünü, yani kudretini, kendine has yoğunlukta ve ritimde yaşasın. Neyse gerçek, o olsun. Seviyorum, yaşıyorum. Her tekil varlığın yaşamı ve yaşamındaki sevinç, beni de yaşatıyor, bana da sevinç veriyor. Daha faydalı bulduğum için değil, daha gerçek olduğu için seviyorum her şeyi, sizi ve sizinle birlikte yaşamayı.
Bu sevgi yoğunluğunda, bu kudret halinde, başka bir maneviyat kazanır insan. Burada maneviyat, anlamın tekilleşmesi, gerçekliğin duyumsanmasıdır. Seviyorum, kendimdeyim, sevgiyle yaşıyorum, maneviyatım güçlü. Bütün bunlar, beni giderek daha korkusuz yapıyor. Korkmayınca, olanı olduğu gibi görebilmeye başlıyorum, olanı olduğu gibi yaşamaya ve yaşamın olduğu gibi olmasını savunmaya başlıyorum, kendiliğinden. Oldurmaya çalışmıyorum, durdurmaya ya da hızlandırmaya, üstünü örtmeye ya da çarpıtmaya çalışmıyorum. Cesaretim kudretim, gerçeklik maneviyatımdır. Korkmadığım için berrak zihnim, korkmadığım için oluşa açık bedenim.
Sevdikçe, kudretlerimle bir arada yaşadıkça, maneviyatım güçlendikçe, korkarak değil, umut ederek değil, severek yaşıyorum. Ölmemek için değil ya da salt hayatta kalmak için değil, sevdiğimden yaşıyorum. Yaşamı, aksi durumunda ölümle son bulacak bir teselli olduğundan değil, sevgimin yoğunluğunda ondan başka bir gerçeklik olmayan şey olarak, yani oluşla kavrıyor ve öyle yaşıyorum. Yaşamın kendi başınalığını, yaşamdan başka bir şeyin olmadığını, oluşun tek gerçeklik oluşunu, sevgimle idrak ediyorum. İşte bütün bunlardır maneviyatım.
Böyle bir maneviyat, yaşamı hafifleştiriyor; ileride ağır bir yüke, katı bir karar vericiye ya da benlik için hapishaneye dönüşecek bir hafıza üretmiyorum, yalnızca yaşıyorum. Böyle bir maneviyat, beni umut ya da kaygıyla yöneten bir gelecekten özgürleştiriyor, yalnızca yaşıyorum. Ne geçmişten getirdiklerimi taşıyorum sırtımda ne gelecek için hazırlık yapmanın yüklerini. Yalnızca yaşıyorum, şimdi ve burada. Bir yanım geçmişin yüklerini taşıdığı için geçmişte değil, diğer yanım gelecek amaçlara ulaşmak için çabaladığından gelecekte değil, şimdide. Kendindekilerle, kudretleriyle ve yanındakilerle, şimdide.
Böyle bir maneviyatla ben, giderek sadeleşiyorum, hafifliyorum. Kudretim, arzum, sevgim var oldukça, giderek daha az şey taşıyor, giderek daha az şeye tutunuyorum, giderek daha az şey tutuyorum elimde, giderek daha az biriktiriyorum. Seviyorum, sadeleşiyorum. Gerçek varlığım sevgi olduğundan, kudretlerimle bir arada yaşadığımdan kederli değil, sevinçli duygular içindeyim; sevinçli ve güçlüyüm. Sevgim ölçüsünde sadeleşiyor dünyam; kudretim ölçüsünde hafifliyorum. Hissedebiliyor musunuz? En nihayetinde maneviyat, boşluktur. Derecesini, sevgim, yani kudretim belirler.
Böyle bir sadelikte, böyle bir maneviyatta benliğim daha bir kendindedir, sevgisi daha bir içkindir, kudretleriyle daha bir aradadır. İşte bu yoğunlukta benliğim, büyümek nedir bilmez. Küçük olduğuna, az olduğuna, yetersiz olduğuna dair bir duygusu / düşüncesi olmadığından, büyümek bir hedef, bir ideal olarak belirmez. Büyümek, daha fazlasını elde etmek, sahip olduklarını korumak, onları daha da çoğaltmak ihtiyacı içinde değildir.
İşte böyle bir yoğunlukta sevgim, bir bahşeden olacak kadar doldurmaz, büyütmez beni. Sevgim bahşeden ve bahşedilen ikiliğinin ortaya çıkmasına izin verecek ortamı yaratmaz. Buradaki kudreti hissedebiliyor musunuz? Sevgi, bir bahşeden üretmediği gibi, ve tam da bu yüzden, bir kurbana da ihtiyaç duymaz. Sevgim, sonradan bahşeden olmak için çok kazanmayı ve daha fazlasına sahip olmayı baştan reddeder. Sevgi, sahip olduklarının bir kısmını bahşeden, kurban eden güç değildir; sevgi “elde etmeme” gücüdür, en baştan daha fazlasına meyletmeme gücüdür.
İşte kurban etmeyen sevgi budur, sevginin kendisidir. Sevginin “kurban etmeyen” özel bir kategorisi yoktur, sevgi kendiliğinden böyledir. Etik yaşamda erdemler kendiliğinden oluşur. Yapmadan yaparım, bilmeden bilirim. İdealini değil, yapabileceğimi yaparım. Ödev olarak değil, görev olarak değil, bir “iyi” ya da “doğru”ya inanmak ve uymak için de değil, severek yaşamanın doğal bir sonucu olarak. Maneviyatın, kendinde benliğin erdemleri olarak, gerçekten yaşamanın olağan, doğal sonuçları olarak.
Notlar
- Daha önce yazdığım “Aferin: Ucuz İhsan” başlıklı yazımı da bahşetme ahlakı bağlamında okuyabilirsiniz. Her iki yazının genel çerçevesi “Spinoza ve Bahşetme” başlıklı 50. Ulus Baker Okuması’na hazırlandığım süreçte ortaya çıktı, etkileri sürdü. Konuya bir de oradan yaklaşmak isterseniz, okumanın video kaydına şuradan ulaşabilirsiniz.
- Etik düşünceye ve etik ile ahlak arasındaki ayrıma dair daha fazla içerik için bkz. Podcast: Bir Arada Yaşam Kütüphanesi