Uzun zamandır izlemek istediğim, ama bende uyandıracağı duygulardan çekindiğim için izlemeyi ertelediğim bir filmdi Hanım. Bütün o duygular içinde en çok hüznü, melankoliyi, derin üzüntüyü hissedeceğimi düşünürdüm hep, ancak öyle olmadı. Film bittiğinde biraz üzgündüm, evet; ancak daha ziyade öfkeliydim. Üzüntüye eşlik eden ya da bende bu üzüntüyü yaratan bir şeye karşı hissettiğim bir öfkeden bahsetmiyorum. Tam olarak hissettiğim, filmin ana karakterinin, yani Olcay’ın dünyayı algılayış biçimine duyduğum öfke. Bu öyle bir algılayış biçimi ki, bir yandan iletişimi imkansız kılarken diğer yandan herkesi duyarsız ve kötü olarak yaftalıyor. Günün sonunda da insanı yalnızlaştırıyor. Çok sevdiğim Yıldız Kenter’in film karakteri olarak oldukça ilgi çekici bulduğum ve bir o kadar da öfkelendiğim Olcay karakteri, büyük ölçüde kendi seçimi olan yalnızlığında karşısına çıkan herkesi “kötü”ye dönüştürmeyi bir şekilde başarabilen biri.
Yazıyı yazmadan önce öfkeyi ifade etmek üzerine de çok düşündüm. Öfke hissettiğimiz zaman bunu paylaşmanın makul bir zemini mutlaka vardır ki aklıma gelen ilk yol, bunu karşı tarafın sınırlarına şiddetle müdahale etmeden yapmak. Birini incitmeden öfke paylaşmanın mümkünlüğüne dair bulduğum tek yol ise, öfkeyi öfke duyulandan başka biriyle paylaşmak. Öfke duyduğumuz kişiye öfkemizi ifade ettiğimizde ne kadar makul de olsak karşı tarafı incitirmişiz gibi geliyor. “Sana çok öfkeliyim” ve benzeri ifadeleri duyduğumuzda, ki bu ifade karşı tarafın duygusunun aktarımı olduğu için, suçlama içermediği için, bu haliyle şiddet unsuru oluşturmadığı için oldukça makul de olsa, hissettiğimiz bir burukluk, incinme, gücenme olabilir.
Böyle düşününce, çok sevdiğim bir sanatçının hayat verdiği çok ilgi çekici bir film karakterine duyduğum öfke bana kimseyi incitmeyen bir öfke gibi geliyor. Çünkü Olcay, Olcay olarak yok. Olcay’a benzeyen birini tanıyoruzdur, ben birkaç kişi tanıyorum mesela. Ama öfkemin nesnesi var olmadığı için, öfkeyi ifadenin en makul halinin bile getireceği bütün o olumsuzlukların hiçbiri de olmayacak. O yüzden, gönül rahatlığıyla devam edebilirim.
Filmde, güzeller güzeli kedisi Hanım’ı kurdeleyle süsleyip taşıma çantası ile ev ev gezdirerek sahiplendirmeye çalışan yaşlı bir kadın olarak karşımıza çıkıyor Olcay. İnsanlarda saygı ve sempati uyandıran, ancak aynı zamanda “kedili yalnız kadın” olarak kimilerinin üzüldüğü, kimilerinin[1] arkasından alay ettiği de biri. Ancak alay edildiği durumlarda bile, yarattığı saygınlık sayesinde mutlaka bir savunanı oluyor. “Bu da kedisiyle bozmuş kafayı.” diyen her iki-üç kişiye karşılık “İşine bak, sana mı düştü?” diyen gür bir ses muhakkak çıkıyor.
Elbette pek çok sebebi olabilir, ancak film boyunca Olcay’a duyulan saygının en büyük kaynağının, yıllar önce bir kazada şehit olan deniz subayı eşi olduğunu izliyoruz. Olcay’ın ilerleyen yaşı ve yalnızlığı da, insanlarda buna bağlı olarak saygı uyandırıyor. Olcay’ın mesleği olan piyano öğretmenliği ise sıralamada daha sonra geliyor. Saygı duyma durumunun böyle olması, filmin çekildiği 1989 yılında kalmış bir şey değil. Günümüzde de birine saygı duyabilmek için “sağlam” sebepler arayabiliyoruz ve bu sebeplerden bazıları saygı sıralamasında öne çıkabiliyor.
Olcay’ın çok sevdiği, hayattaki tek dostu olduğunu sık sık dile getirdiği can yoldaşı Hanım’ı sahiplendirmek istemesinin arkasındaki sebep ise hastalığı. Olcay, giderek kötüleşiyor ve hem yaşı hem de yalnızlığı nedeniyle tedaviyi reddediyor. Bu noktada Olcay’ın tedaviyi reddetmeyi seçme özgürlüğüne saygı duymakla birlikte, doktordan “Bana gelmek için şikâyetlerinin bu kadar ilerlemesini mi bekledin? Bu ne bilinçsizlik, ne cehalettir canım…” gibi bir tepki yerine daha yapıcı ve anlayışlı bir yaklaşım görse seçimi yine bu yönde mi olurdu, merak ediyorum.
Olcay’ın zorunda kaldığı için kedisini sahiplendirme çabasını izlemek zaman zaman çok üzücü olsa da, Olcay’a film boyunca giderek yükselen ve üzüntü duygumu bastıran bir öfke duymamın sebebini açıklamak için Olcay’ın etrafındaki insanlara davranışlarını biraz ayrıntılı olarak düşünmem gerekiyor. Bu davranışlar, öncelikle çok büyük bir kibrin yansıması gibi duruyor. Bu kibir, beraberinde Olcay’ın insanların bir karar verirken gerçeği bilme hakkını görmezden gelmesini de getiriyor. Yani Olcay, aslında insanları onlara görünmek istediği halini koruma amacı doğrultusunda birer araç haline getiriyor. Bu insanları gruplandırmak gerekirse:
Olcay’ın Hanım’ı “hediye” etmek istediği insanlar: Filmin başından itibaren Olcay’ın kurdeleli kutusunda ev ev gezdirdiği Hanım’ı bir hediye olarak vermek istediği bazı insanları görüyoruz. Bu insanlar kendi dünyalarında kendi hallerinde yaşayan insanlar olarak bir anda aslında bir hediyeden öte bir sorumluluk olan bir varlığı kabul etmek zorunda değiller. Ancak bütün bu insanlar, Olcay’ın algısının alternatif yaratmayan dönüştürücülüğüyle “bir kediciği bile evlerine sığdıramayan”, “kendinden başka kimseyi umursamayan”, “yüreğinde sevgi eksikliği olan” insanlar haline geliyor.
Film boyunca en çok bu insanlarla duygudaşlık kurdum. Kedileri çok sevdiğim halde kendi yaşam alanımda (henüz) bir kedi sahiplenebilecek durumda olmadığım için aniden böyle bir taleple gelen bir tanıdığımı çok da üzülerek, olumsuz yanıtlardım. Bir noktada da “Sıkılmış herhalde kediden…” diye bir çıkarım yapardım. Evet, insanların neler yaşadığını bilmeden, tahmin edemeden onlar hakkında böyle büyük çıkarımlar yaptığım oluyor. Ama böyle bir durumda gerçeği nereden bilebilirdim ki?
ANCAK, evet büyük harflerle, bu tanıdığım ölümcül bir hastalığı olduğu için kedisiyle ilgili böyle bir plan yaptığını açıkça söylemiş olsa muhtemelen ona şu garantiyi verebilirdim: “Ben bu kediye güvenilir bir yuva bulmak için elimden geleni yaparım, bulamazsam da yuvası ben olurum. Gözünüz arkada kalmasın.”
Film bittikten günler sonra bile bunun üzerinde o kadar çok düşündüm ki, öfkem bir süre daha devam etti. Kim bilir kaç kez, elimden gelebilecek bir yardım, paylaşabileceğim bir yük, sunabileceğim bir bakış açısı, karşı tarafın kendisini önceleyerek benim hakkımda verdiği bir karar nedeniyle oluşmadan yok oldu gitti. Gerçeği eksilten ya da çarpıtan aktarımların insanların kendini ifade etme ya da bir durumun içinde var olabilme potansiyellerini engellemesi biraz korkutucu. Bundan daha da korkutucu olan ise, bir kısmı saklanmış gerçeklikten kalanların karşı tarafı farklı bir gerçeklik doğrultusunda manipüle etmesi. Kendi adıma, hayatta karşılaşmaktan çekindiğim bu durumları filmde en çok bu karakterlerde gördüğüm için, bu karakterlerle daha kuvvetli bir bağ kurduğumu düşünüyorum.
Olcay’ın piyano dersi verdiği tek öğrencisi Canan: Canan, Olcay’ı çok seven onlu yaşlarında bir çocuk. Sorumluluk bilinci olan, farkındalığı yüksek, duyarlı ve meraklı biri. Hastalığı nedeniyle acı çeken Olcay’ı anlıyor, ona yardımcı olmak istiyor; sevgisini ifade ediyor. Ancak konusu açıldığında Hanım’ı alamayacağını, annesinin böyle bir sorumluluk istemediğini söylediğinde Canan da bir anda “herkes gibi” oluyor.
Canan’ın kendisine ilaç getirmesini, sarılmasını kabul etmeyen Olcay’ın, kendisine daha büyük bir konuda yardımcı olunması talebinde olması çok da gerçekçi değil. İnsanların ellerinden gelen ve içtenlikle sunmaya çalıştığı desteğini ve sevgisini reddetme hakkını saklı tutarken, ki hepimizin bunları reddetme hakkımız var, daha çok fedakarlık ve sorumluluk gerektiren bir yardım talebini gerekçeleriyle reddetmesini yargılaması, Olcay’ın çelişkilerinden biri. Canan’ın Olcay’a dair gerçekliği bilmeye hakkı vardı, herkesten belki biraz daha fazla. Bir noktada eğer bilseydi, Hanım konusunda yardımcı olabileceğini de düşündüm hep.
Hanım’ın ilk sahibi Siranuş: Evinde büyük bir kısmı yardıma muhtaç olan onlarca kediyle yaşayan Siranuş, Hanım’ı Olcay’a sahiplendiren asıl “kedili kadın”. Olcay Hanım’ı Siranuş’a uzaklardaki bir akrabasından kalan miras işleriyle uğraşmaya gideceğini söyleyerek “geçici” olarak bırakmak istiyor. Burada artık “Hanım’ı sahiplendirmek istiyorum.”dan ibaret olan ve gerçeğin bir kısmının saklanmasının da ötesine geçen bir yalan söyleme durumu söz konusu. Birini araç haline getirmenin en sık karşılaşılan hali. Diğer insanlara bir açıklama borçlu olduğunu düşünmeyen Olcay’ın Siranuş’a bir açıklama yapmak zorunda hissetmesinin nedeni, Siranuş’a yansıyan imajını yönetmek olmalı; yani bir çeşit manipülasyon. “Kedimi bırakıyorum, ama yardıma muhtaç olduğum için değil. Geçici bir süreliğine. Üstelik çok soylu bir sebepten: miras durumları.”
Bahanesi bile karşısındakine sınıf farkı yaratacak şekilde. Sahiden çok ilginç. Zaten Siranuş’un baktığı diğer kedileri görünce hepsinin ne kadar yardıma muhtaç olduğunu, fiziksel sorunlarının olduğunu; Hanım’ın ise güzelliği ile aralarında parladığını fark ediyoruz. Olcay, bir sebepten en güzel, çok çok güzel bir kediyi sahiplenmiş.
Filmdeki diğer karakterler, Olcay’ın kızı Ülkü ve Kaptan, Hanım için hiçbir zaman yuva seçeneği olmadı. Olcay, film boyunca kızına hep yargılayan bir yerden yaklaştı. Kızı da izleyenlere “hayırsız evlat”, “kocasını aldatan kadın” olarak vurgulandı. Bir noktada Hanım’ı ensesinden tutup koltuktan attığı sahne bile gösterildi. Ülkü gri alanda olmayan, direkt kötü olarak yansıtıldı. Ama yine de Olcay’ın pasif agresyonunu da gördük: “Benim hayattaki tek dostum, Hanım.” Anne ve çocuğu arasındaki gerçeklik bu olsa bile, taraflardan birinin bunu duymasını incitici buluyorum.
Olcay ve Ülkü’nün ilişki dinamiklerinden bir şeyler daha izlemeden bu dinamikleri hakkında yorum yapmak çok zor. Ama Olcay öldüğünde Ülkü’deki hissizlik bazı ipuçları veriyor gibi. Bu çok yüksek dozdaki hissizliğin arkasında bir öğrenilmişlik, o hissizliği öğrenmeye mecbur kalmışlık var gibi duruyor. Dediğim gibi, daha çok veri gerekli.
Kaptan ise Olcay’ın hal ve hareketlerinden yola çıkarak haddini bilmiş, Olcay’a olan duygularını dizginlemiş, Olcay’ın kaybettiği eşiyle arasındaki hiyerarşik durumu benimsemiş biri. Olcay’ı arkasından konuşan insanlardan ve ona zarar vermek isteyen mahalle serserilerinden korumasının Olcay’ın gözündeki değeri neydi bilmiyorum. Ancak sonunda Hanım’ı sahiplenerek, üstelik Olcay’ın hiçbir zaman bilemeyeceği bir noktada yaparak bunu, sevgiye dair samimi bir şeyleri anlattı bize Kaptan. Biri tarafından bilinme, algılanma, anlaşılma, X şeklinde algılanma amaçları içermeden; sadece görev bilinciyle aldı götürdü Hanım’ı.
Muhatabı gerçeklikte var olmayan öfkeyi ifade etmeyi çok iyileştirici buldum. Belki de kurgunun onu tüketene sağladığı en güzel özgürlüktür bu. Umarım Olcay’a duyduğum öfkeyi ifade ederken bir duyguyu bende bu kadar güçlü bir şekilde oluşturan karaktere haksızlık etmemişimdir.
Notlar
[1] Elbette bu insanlara karşı da öfke duydum izlerken.
