Riley’nin Hayat Deneyimlerinde Kant’la Karşılaşmak

  • Reading time:9 dakika
// Gülden Alaz Meriç //

Riley Andersen, şimdilik iki filmden oluşan Inside Out (Ters Yüz) animasyon serisinin renkli, cıvıl cıvıl, iyi yürekli baş karakteri. Riley’nin hayat yolculuğuna tanıklık etmek, onun küçüklüğünü ve ilk gençlik yıllarına attığı adımları çeşitli duygularla izlemek demek. Riley ile birlikte onun duygularını yaşayabilmek gerçekten çok güzel bir pratik. Böyleyken bir de bir şeyler hisseden halimizin arka planına dair farkındalık kazandığımızı da düşünürsek, Inside Out izlemenin aslında ne kadar yoğun bir seyir deneyimi olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu noktada ben bir adım daha ileri giderek Riley’nin “dış dünyayı ve onunla ilgili her şeyi bilme” eylemlerinde Kant’a dair izler bulabileceğimizi de eklemek isterim.

Inside Out, ismiyle de bize bazı Kantçı ipuçları sunuyor: “içeriden dışarıya” bir bakış. Bunu tabii açmak gerek. Kant dış dünyayı algılayan; düşünme, hayal etme, kural koyma ve bu kurallara uyma kapasitesi olan varlıkları, yani bizleri, kurucu özne olarak adlandırır. “Kurucu özne” kulağa kafa karıştırıcı bir terim gibi gelebilir, ki sizin için de böyleyse yalnız değilsiniz. “Kurucu özne”yi duyduğum ilk günden bugüne uzun yıllar geçmiş olsa da zaman zaman benim de kafam karışır. “Ben neyi kuruyorum ki?” sorusuyla meşgul olduğumu fark ederim. Inside Out izlerken de, bir noktadan sonra zihnimin arkasında bu soru dönmeye başlamıştı yine. Takip eden bir başka soru da “Var olmayan bir şeyi mi var ediyorum?” idi. Tam olarak öyle değil. Evet, kurduğum bir şeyler var, ama bu sıfırdan bir yaratım gibi değil. Tıpkı Riley’nin aktif işleyen, zengin bilişsel dünyasının dış dünyadaki nesneleri, eylemleri, olayları ve ilişkileri Riley’nin anlamlandırabileceği hale getirmesi gibi, biz, hepimiz de dış dünyaya algımızı yönelttiğimiz zaman dış dünyada var olan her şeyi bilişsel bir fabrikaya, bir harikalar diyarına benzeyen ve varlığımızın o ilk anından beri bizimle olan zihnimizin katkılarıyla öğreniyoruz, biliyoruz ve anlamlandırıyoruz.

Riley’nin bilişsel dünyasında aktif bir şekilde rol alan ve insan bedeninde tasarlanarak kişileştirilmiş bütün o duygular[1], Riley’nin dış dünyasının kavranmasında, “olmazsa olmaz” denebilecek bir öneme sahip. Tam da bu noktayla, Kant’ın zihnimizin dışında varlığını sürdüren “şey”lerin aslında nasıl olduğunu bilemeyeceğimiz iddiası oldukça örtüşüyor. Toparlamak ve basit bir örnekle açıklamak gerekirse, Kantçı bakış açısıyla o hep bizimle olan bilişsel kapasitemiz ve ona dair olan her şey, siyah bir kalemi “siyah, uzun bir nesne” olarak algılamamızı da, daha karmaşık bir örnekle de, sevdiğimiz bir insanı gördüğümüzde sevdiğimiz bir insanı görüyor olduğumuzu bilmemizi de sağlıyor. “Zihnimiz olmasaydı ne olurdu?” sorusu, cevabı oldukça açık bir soru gibi görünse de, aslında buna tatmin edici bir cevap vermek çok zor. Riley’nin macerasında bilişsel yapısını oluşturan duygulardan biri bile devre dışı kaldığında, dış dünyaya dair algı, bilgi ve kavrama kapasitesinin ne kadar olumsuz etkilendiğini görüyoruz. Kantçı anlamda ise böyle bir olasılığı değerlendirmek, bilgi sınırlarımızın dahilinde bile değil. Ancak, Kantçı bakış açısıyla şunu söyleyebiliriz: eğer daha farklı bir bilişsel kapasitemiz olsaydı, siyah bir kalemi “siyah, uzun bir nesne”den çok daha farklı bir şekilde algılayabilirdik.

Elbette, ne filmde ne de Kant’ın felsefesinde “salt önemli olan şey zihnimizde olan bitendir” gibi bir iddia yok. Dış dünyada, zihnimizden bağımsız bir şekilde bir hayat, varlıklar, olaylar ve olgular var. Hatta Kant da meşhur kritiğinde[2] şöyle der: “İçeriği olmayan düşünceler boştur.”[3] Kant’ın bu ifadeyi bilgi bağlamında söylediğini ve ifadenin bilgiyi öğrenme, kavrama ve üretmeye dair olduğunu da hesaba katarsak bilgi üretmemiz için dış kaynaklara da ihtiyacımızın olduğunu anlarız. Örneğin, Riley’nin henüz deneyimlemediklerinin zihnindeki karşılıklarını görmüyoruz, ancak deneyimleyeceği şeyler için ayrılmış alanların, deneyim zamanı geldiğinde dolmaya başladığını, yeni yapıların inşa edilip devreye girdiğini görüyoruz. İfade etmesi çok güç olsa da bu devreye girme durumu “önce inşa et, sonra devreye gir” gibi bir sırayı izlemiyor. Devreye girmesi gereken yapının yeri zihinde hazır ve boş; içerik gelince doluyor ve içerik zihindeki o kısmı doldururken dış dünyada da Riley’nin algılama, öğrenme ve deneyimleme süreçleri gelişiyor. Kısacası her şey bir bakıma aynı anda gerçekleşiyor ve her adım, var olmak için bütün diğer adımlara ihtiyaç duyuyor.

Deneyimin Kantçı anlamda şekilleniş biçiminin, günümüz zihin felsefesi ve bilişsel bilimler terminolojisinde de yeri var. Dış dünya deneyimlerini yani beş duyumuzun bize getirdiklerini işlemleme süreçlerini “top-down/bottom-up” olarak, yani sırasıyla benim ifade etmeyi tercih edeceğim şekliyle, “tepeden temele” ve “temelden tepeye” olarak tanımlıyorlar. Burada “tepe” olarak ifade edilen durum, zihnimizin bütünlüğünü temsil ediyor: deneyimlerimizden gelen bilgi, deneyim öncesi durumlarımız, inançlarımız, hayat görüşümüz ve aklımıza gelebilecek, zihnimizde depoladığımız her şey. “Temel” ise beş duyumuzun hiçbir aracı (“tepe”ye dair saydıklarım) olmadan alınan verilerin başlattığı süreç. İşte bilgi üretimi tepeden temele bir süreçse eğer, biz, örneğin bir insan hakkında hiçbir şey bilmiyor bile olsak o insanın salt dış görünüşünün bizde aktive ettiği depo verilerimizi bir lens gibi takıp onu o şekilde algılıyoruz, diyebiliriz. Temelden tepeye bir süreç ise de, bizim için çoğu şey yeni veri; biz her seferinde beş duyumuzun bize getirdiği şeyi işlemliyoruz ve büyük oranda onunla bilgi üretiyoruz, diyebiliriz.

Bunlar işin ilgili literatürde sayfalarca yazılan ayrıntılarının özetinin özeti. Elbette bilgi üretme, algılama, hatırlama süreçleri kendi içinde karmaşık, çok katmanlı süreçler. Peki kendi hayatımıza baktığımızda, yaşamın içinde var olurken hangisini daha çok yapıyoruz? Algılarımız mı bildiklerimizi şekillendiriyor yoksa bildiklerimiz mi algılarımızın süzgecini etkiliyor? Ben bir ağırlık belirleyemedim. Galiba ikisini de o kadar çok yapıyoruz ki, yaptıkça sıradanlaşıyor. Riley’nin hayatını izlerken, gündelik pratiklerimizin aslında hiç de sıradan olmadığını fark ediyoruz. Bu seriyi benim için özel kılan sebeplerin en önemlisi de bu galiba.

Kısacası, Kant’ın bizi adlandırdığı biçimiyle kurucu özneler olarak bilgi üretme süreçlerinde oldukça rol sahibiyiz gibi görünüyor. Inside Out serisinin altını çizdiği üzere, zihnimizin derinliklerinde çok büyük aktiviteler var. Riley’nin hayatına bir süre daha tanıklık edeceğimizi umuyorum, yani Inside Out 3’ün de çıkmasını çok istiyorum. Acaba Inside Out 3’ü izlerken Kant’ı arayacak mıyım? Yani o filmde de Kantçı bir şeyler görmeyi bekleyerek ya da göreceğimi bilerek mi izleyeceğim filmi? Yoksa sanki o filme dair algılarımı bembeyaz bir sayfa açtığım “yeni” seyir deneyimine mi bırakacağım? Kant’la haşır neşir olmak biraz böyle; çok hoşuma giden, “güzel ama İngilizce” bir kelime esprisinde de dediği gibi “I Kant unsee…”. Evet bir kere Kant’ı görmek demek, her yerde onu görmeyi getiriyor olabilir. Bu olasılık da onun felsefesini daha da ilginç ve bir o kadar da tutarlı kılıyor.

 

Kaynaklar

[1] Her biri ayrı ayrı, uzun uzun konuşulmayı hak eden bütün o duygular; neşe, üzüntü, korku, öfke, iğrenme, anksiyete, kıskançlık/imrenme, usanç ve varlığına şimdilik alan tanınmayan nostalji…

[2] Saf Aklın Eleştirisi

[3] Hanna, Robert, “Kant’s Theory of Judgment”, The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Spring 2022 Edition), Edward N. Zalta (ed.), URL = <https://plato.stanford.edu/archives/spr2022/entries/kant-judgment/>.