Herhangi bir yola çıkmak için bir başlangıç noktasına ihtiyaç var muhakkak ki. Bu yazıda bu noktayı gündelik yaşam olarak belirlemeyi seçiyorum. Burası öyle bir yaşam ki siyasal, toplumsal ve ekonomik düzenin temelini oluşturuyor. Bu yaşamsal akış, diğer tüm noktaları bir tarafta tutarak kestirmeden varacağım bir noktayı; melez olduğuna inandırılmaya zorlandığımız bir ilişkilenmeyi içeriyor. O da kent ve doğa ilişkisi. Bunu, bilimsel işaretlemelerle birlikte, sanatsal ve kültürel açıdan bir kod üzerinden okuma eğilimimiz ise yokuş yukarı bir ivmeyle ilerliyor. Bugünlerde güncel sanatta bu kodun tetikleyici kavramı ise antroposen.
Bu yazı, yukarıda söz ettiğim ve aşağıda söz edeceğim kavramları kapsayan ve onların etrafında alternatif düşünme yöntemleri geliştirmek üzere çıkılan yolun başındaki herhangi bir nokta oluyor. Sonrasında kendine yan yollar açacak, oradan giderek yeni rotalar keşfedecektir diye düşünüyorum. Çünkü uzunca bir süredir araştırmaya, üzerine düşünce geliştirmeye ve üretmeye devam ettiğim bu konular ve kavramlar hakkında öngörülemez bir süre daha konuşmaya, düşünmeye ve araştırmaya devam edeceğiz gibi görünüyor. Burada, kent ile doğa arasındaki ilişkilenme biçimini, farklı bir okuma ya da yeni bir bakış ile nasıl yeniden kurabiliriz, onun peşine düşme niyetindeyim. Bunu da öncelikle bir sanatçı, aynı zamanda bir yazar ama en önemlisi de tam da bu zamanı, özelinde de bu coğrafyayı doğrudan yaşayan ve her yönüyle hisseden bir insan olarak yapmayı deniyorum.
Öncelikle burada birkaç farklı dinamik olduğunun altını çizmeliyim. Mesela “zaman”, ki en etkililerinden biridir. Kendisini şöyle en başa yerleştirelim. O oradayken kent ile doğanın ilişkilenmesine dair çok keskin sınırlar ya da sınırlamalar oluşturarak yaklaşmamız mümkün değil. Bunun sebebi de içinde bulunduğumuz zamandan öte aslında zaman kavramının kendisiyle ilgili olacaktır, yani güncel olan ile ilgili. Zamanın bize getirip bıraktıkları ile ne yapacağımızı bilemediğimiz her aralıkta (zaman aralığında) bu, tekrar ve tekrar gündeme gelecek ve konuşulacaktır. Yani durumun kendisi şu ki aslında tamamen güncel olanı yakalarken ya da yaratırken insan merkezciliği nereye konumlandırıyoruz?
Evet bu ikinci can alıcı kavramı da ortaya attığıma göre, şimdi gelelim bu kent ile doğa ilişkisindeki dinamiklere. Öncelikle doğa kavramını düşünürken sıklıkla düştüğümüz yanılgılardan biri olan, doğanın canlı ve cansız (insan, hayvan, bitki, taş) tüm yaşam formlarını içerdiğini göz ardı etmek. Dolayısıyla yaşam hakkı özelinde barınma hakkını göz ardı ediyoruz. Bunların tümünü kendi varoluşlarının yanı sıra birbirleri ile ilişkileri yani ekosistem üzerinden de düşünebiliriz. Yani esasında bir dengeler bütünü. Kendisi de bu sistemin büyük bir parçası olan insanın, henüz elinin değmediği doğal oluşumların dengesinden söz ediyorum.
Diğer tarafta da insan eliyle zamanın getirdiklerini yakalama, güncel olanı yaratma çabası duruyor. İnsanın dürtüsel olarak çağını yakalama çabası haklı bir çaba elbette. Buraya da onun bakışından yaklaşınca akla yatıyor, öyle değil mi? Peki, bir fizik kanunu olan ve psikoloji, felsefe, sosyoloji gibi bilim dallarında da kendi metaforunu çoktan yaratmış olan Newton’un üçüncü yasasını (etki-tepki yasası) nereye koyacağız burada? İnsanın, doğanın diğer varlıklarından farklı olarak sahip olduğu zihinsel kapasitesi gereği yaptığı her hamlenin bir sonucu olduğunu tekrar tekrar söylemekte fayda var. Yarattığı etki alanının karşılığında aldığı tepkiyi görmemek mümkün değil. Bunun için işaret edilecek ilk kavram “kentleşme” olacaktır diye düşünüyorum. Çünkü kentleşirken yok sayarak zarar verdiğimiz doğanın elemanları, ekosistemin önemli parçaları olarak yerinden ediliyor. Burada geri dönülmez bir hamleden söz ediyorum. Çok katmanlı bir kavram daha, “yerinden edilmek”. Kendisine daha sonraki yazılarda döneceğim. Bu, fayın (kırığın) oluşturduğu (ayırdığı) iki kıta sahanlığına parçasına benzer. Doğanın kendi içindeki kusursuz dengesi ile kentin dengesizliği arasında çatlaklar oluşur. Betonun tahakküm kuran yapısı doğayı işgal eder.
Kentleşme kavramının içinde, bir yaşam alanı yaratma, daha doğrusu yaşam alanını iyileştirme çabası var. Bunu, insanın olduğu kadar doğanın da sahip olduğu en temel haklardan biri olan barınma hakkı üzerinden düşünebiliriz. Fakat insan bunu, doğal olanın yaşam hakkını gasp ederek yapıyor. Buradan bakınca insanın en temel haklarından biri olan barınma hakkına temas ediyoruz elbette. Bu durumda ben bunu “eril” ve “dişil” kavramları ile ilişkilendiriyorum.
Toplumsal yapının bir yansıması olan erilin sesli ve baskın konumu, dişil olanın sessiz, suskun ve pasif konumu ile birleşir. Bunların ikisi de içinde yaşadığımız coğrafya özelinde toplumsal kodun aktarımları olarak tanıklık ettiğimiz kavramlar. İnsanın yanı sıra nesneleri, mekanları, olayları ve olguları şekillendiren bu iki kavram, yaşamın pek çok noktasına yansır. Dişil olanın sesini duyamadığımız yerlerde eril olan, orayı işgal etmiştir çoktan. Bu işgal, hem sesi hem de varlığıyla, bir çeşit temsil olarak hayata geçer. Tıpkı bu iki kavramda olduğu gibi içi içe geçtiğine inandırılmaya zorlandığımız fakat aralarındaki sınırın çıplak gözle görünür hale geldiği kent ile doğanın ilişkisi uyumsuz bir şekilde ilerlemeye devam ediyor. İnsan merkezci bakışla ilerleyen bu ilişkide kent ve doğaya ait tüm seslere ve sessizliklere gündelik yaşamımızda tanıklık ediyoruz. Duyduğumuz hemen her ses görsel hafızamızda bir an’ı işaret ediyor. Peki ya sessizlikler?