Yalnızlıkla var olmanın en kötü yolunu herkes içten içe bilir: yalnız değilmiş gibi yapmak. Tükenmiş ilişkileri sürdürmeye çalışmak bunun en açık örneği. Bazen arkadaşlık biter. Kimi zaman kendiliğinden, yavaş yavaş mesafelerin artmasıyla, paylaşılanların azalmasıyla, kimi zaman da keskin bir yol ayrımıyla. Ama en kötüsü, sırf yalnız kalmamak adına sürdürülen arkadaşlıklar, kendimize söylediğimiz yalanlar, alacaklı kurduğumuz ilişkiler. Topluluğumuz tarafından kabul görmek ve sevilmek için o topluluğa bizim de hizmet etmemiz gerekir. Bunu basit bir alma-verme dengesinin ötesinde, kolektif emekle kurulan bir dayanışma ağı olarak yaşamanın ancak deneyimden gelen bilgiyle mümkün olduğunu düşünüyorum. Çünkü sevmeyi ve sevdiklerimize özen göstermeyi ilişkiler içinde öğreniriz. Ne yazık ki yakınlık ve bağlantı yanılsamalarıyla avunurken, hakiki bir sevgi ilişkisinden ölümüne korkup kaçma eğilimindeyiz. Anlamlı ve sürdürülebilir ilişkiler kurmak yaşamın en temel ve en çok aradığımızı söylediğimiz parçasıyken sahte yakınlıklar ve bütün diğer oyuncaklarımızla teselli ödülü aramak neden?
Modern yaşamda aileden uzaklaşmak bir başarı kriteri, hatta aileden tamamen kopmak neredeyse havalı bulunuyor. Aile ve akrabalık bağlarının zayıflamasıyla geleneksel ailelerde görülen (en azından görülebilen diyeyim) birbirine destek olma, birinin maddi ihtiyacına diğerlerinin yetişmesi, güzel bir günü birlikte karşılama gibi paylaşımlar da, (tüm bunların boğucu taraflarını şimdilik kenarda tutalım) kentli insanın yaşamından çıkıyor haliyle. Kurulan yeni bağlar ya aile’nin bütün dysfunctional parçalarını yeniden üretiyor, ya da sevgi ve dayanışma yerine kişisel çıkarları ve gizli bir rekabeti koyuyor. Spinoza’nınki gibi bir “tayfa” herkese nasip olmuyor.
Nasıl olabilir? Ekonomik kriz hepimizi kaygı bozukluğuyla sınarken, yoğun çalışma hayatının altında her ne iş yapıyorsak yapalım -çok şanslı değilsek- ezilirken, insan nasıl sevebilir? Alışkanlıkla sürdürdüğü arkadaşlıklar ve sosyal çevresinden kafasını çıkartıp, yeni bir insan, yeni bir ilişki biçimi, yeni bir düşünce, yeni biraradalıklar için imkân bulabilir mi? Kimsenin hali yok. İşten dönünce tüketimin çeşitli albenili kuyularında kendini kaybetmek ve kafa dağıtmak en iyi seçenekken, özenli bir sohbete nasıl güç bulalım? Enerji gerekir. Kendi dostluk ağlarımızı nasıl örelim? Üstelik dikkatimiz dağılmaya bu kadar müsaitken. Bir yanda insanın en temel ihtiyaçlarından olan anlamlı ilişkiler kurma, bağlantıda hissetme isteği günden güne kronik şekilde karşılıksız kalırken, diğer yanda buna dair hiçbir çaba gösteremeyecek duruma geliyoruz. Bağ kuramadığımız için kudretimiz azalıyor, güçten düşüyoruz, güçten düştüğümüz için de sevdiğimiz bir arkadaşımıza bile zaman ayıramıyoruz. Öyle ki, ayrılıklar artık ghosting usulüyle yaşanıyor.
Ayrılık denince akla ilk gelen romantik ilişkilerdeki ayrılıklar oluyor ama arkadaş ayrılığı da oldukça yaygın. Ne yazık ki birbirlerine hayatı zehir etmeden, daha fazla ızdırap yaratmadan, asgari saygı ve sevgi ile ayrılan yolları pek göremiyoruz. Nasıl görebiliriz ki? Çoğunluğun yaşama biçimi, yani yaygın sevme ve ilişkilenme biçimleri elbette ayrılıklarda da kendi mührünü bırakıyor. Ne de olsa kendi kendimize yetebiliyoruz! Sahiden yetiyor olsak bari.
Oysa basbayağı kalbimiz kırılıyor işte. Kırıldığı yerden açılamıyor da, hemen içeri bir şeyler sokmaya çalıştığımızdan durumumuzun da hiç farkında değiliz. Anlamlı yakınlıklar kurmaya gönlümüz yok mu acaba? Ya da herkes mi anlaştı, kabul etti de, bir ben mi kaldım geride? “Herkes neşeli, eğlencedeymiş gibi, baharda taraçalanmış tepelere tırmanır gibi. Bense burada oturuyorum durgun, bir çocuk gibi her şeyden habersiz, henüz gülmeyi öğrenmemiş bebek gibi.”[1]
Etrafıma bakıyorum sonra, bahsettiğim yakınlıkları kurabilenlere, kadınlara. Genelde kadınlar daha ustalıkla yapıyor çünkü bunu. Yaşça benden büyük olanların geçmişteki ilişkilerini dinlemeyi seviyorum, en çok da komşuluk ilişkilerini. Mesela yabancısı olduğu bir şehre evlenip gelmiş ve hayatında hiç tankerden su çekmemiş zarif bir genç kadının kovası dolsun diye, ortama çekidüzen verip onun kovasını önce dolduran bir komşu ablanın tavrını nasıl anlatmalı? Şaşıfelek Çıkmazı, Yeditepe İstanbul gibi en sevdiğim dizilerde de görürüz benzer anlatıları. Son yıllarda da hep düşünürüm, yayınlandıkları zaman çocuk olduğum bu dizilerde, sonraki yıllarda, lise çağımda yeniden, üniversite çağımda yeniden, ve sonra sevdiğim insanlarla birlikte izlerken yeniden ve yeniden beni saran şey nedir? Teklifsizce girilen evlerde, masada fasulye ayıklanıyorsa bir ucundan tutar gibi sade, birbirine benzer mi benzemez mi demeden yaşamın bir ucundan tutmak sanıyorum. İşte orada ayıklanan fasulye, “kötülükler, çirkinlikler, bayağılıklar, adiliklerin hepsi bilindikten sonra ister istemez kalan yaşama sevinci”ni[2] çağrıştırıyor bana. Ancak bilindikten sonra.
Sanırım en güzel siyaset, Suzuki’nin dediği gibi, insanlara da geniş otlaklar vermek: “İlk önce istediklerini yapmaları için onları serbest bırakın ve bir yandan da onları izleyin”[3]. Kendimi de bu insanlar arasına katınca, tıpkı geriye kalan yaşama sevinci gibi, geriye kalan bir dost muhakkak olacak. Kendi varlığımızda dostça bir tavır olarak görünse bile. Belki de asıl mesele, o dostça sesi kendi içinde büyütebilmektir. Şaşıfelek Çıkmazı’nda Aysel’e “Ağaca çıkıp vişne toplayacağım, sonra da oturup reçel yapacağım. Anca kendime gelirim.” dedirten o sesi.
Kendiyle dost olmak, bugün öz-şefkat denen, o dostça iklimi kendi varlığında yaratmaktan geçiyor. Gözetleme kulesinden bakan bir öz-denetimdense, tüm varlıkların iyi olmasını dileyen bir rüzgâr gibi, seni beni ayırmadan her yanı saran. Böyle olduğunda, “tıpkı ormandaki fil gibi tek başına yol almak” o kadar da ızdıraplı olmamaya başlıyor. İşte böyle olduğunda, ancak böyle olduğunda, insan kendi kabilesini de buluyor, anlamlı bağları da, yol arkadaşlarını da. Böyle olduğunda, ayrılıklar da, her nasıl yaşanmış olursa olsun, ister bugün ister yıllar önce yaşanmış olsun, yaşamın tüm canlılığına karışıp, kendi anlamlarını yeniden ve yeniden yaratıyor ve geriye hoş bir seda bırakabiliyor.
Kaynaklar
[1] Ursula K. Le Guin, Lao Tzu: Tao Te Ching. Metis Yayınları, 2017
[2] Tomris Uyar, Kitapla Direniş: Yazılar, Söyleşiler, Soruşturmalar. Haz. Handan İnci. Yapı Kredi Yayınları, 2011
[3] Shunryu Suzuki, Zen Zihni Başlangıç Zihnidir. Klan Yayıncılık, 2022