Kötülük fazla geldiğinde zihnimizden geçen, bir yerlerden duyduğumuz, internette gördüğümüz, artık bir anlamda sloganlaşmış o cümle:
“Dünya hassas kalpler için cehennemdir.”
Hayatı bu klişe ile ilişkilendirebildiğimiz zamanlarda somut bir biçimde, gerçekliğin bir parçası olarak var olan kötülüğü gerçekliğin ötesine, metafizik bir yere koyuyoruz aslında. Bunu yargılar bir tonda değil de, ifadenin içinde geçen “cehennem” metaforuna bakarak söylüyorum. Çünkü bu ifadeye biraz daha kafa yoracağım ve ortaya çıkan analizi de paylaşmak istiyorum. Paylaşımımın hiçbir noktasında “şu şekilde düşünen insanlar şöyledir.” tonu hissettirmek istemem. Bunu belirttiğime göre güvenle devam edebilirim.[1]
Kötülüğü gerçeklikten uzak, metafizik bir yerde konumlandırdığımız zaman biz, kötülüğe maruz kalan bir yerde oluyoruz. Yani Dünya, evimiz, uzaydan fotoğrafları çekilen o gezegen, bir anda üstümüze boca edilen acılara, çilelere katlanmak zorunda olduğumuz, bizden ve gerçekliğini bildiğimiz her şeyden çok daha güçlü olan bir yer olarak anlaşılıyor.
Birey olarak deneyimlediğimiz kötü, trajik, acımasız durumların büyük bir kısmında en ufak bir payımız olmayabilir. Kısacası, kötülüğe dair bireysel deneyimlerimizin çoğu sahiden de üstümüze boca ediliyor, yani başımıza geliyor. Bize de bizden bağımsız olarak gerçekleşen kötülüklere katlanmak, onlarla mücadele etmek kalıyor. Ancak kolektif olarak baktığımızda kötülüğün, insanın ürünü; insana dair, insanca bir olgu olduğunu fark ediyoruz. Hal böyle olunca, seslendirecek olursak, Şeytan bize “Ben Cehennem’de kendi halimde oturan biriyim. Arada size verdiğim bazı ilhamlar olabilir; onları dikkate almamak yine sizin elinizde.” diyecektir.
“Hassas kalplerin cehennemi olarak Dünya” mekânında “artık olana bitene hiç şaşırmamak”, bir şeylerden “etimizle kemiğimizle nefret etmek[2]” de oldukça sık karşılaşılan durumlardan bazıları. Ancak böyle yaparak kendimizi kötülükten ayrı bir yerde, saf ve iyi duygularla pırıl pırıl bir halde konumlandırabilir miyiz? Kötülüğün varlığının farkındalığıyla bir şeylerden nefret ederek, durumları, kişileri kınayarak ve bir anlamda olgu olmaktan çıkarıp metafizik bir düzlemde tanımlayarak, sadece (demeyelim de hadi, ağırlıklı olarak) tiksinerek ne kadar temiz kalabiliriz? “Tiksinenin temizliği” üzerine bir süre düşüneceğim bir ara. Ama şimdi, kavramın ilk haliyle bana mis gibi bir çelişki çağrıştırıyor: Kendimizi kötü olandan farklı bir yerde konumlandırıp olmasını istemediğimiz durumun geçeceğini zannederken, bilerek ya da bilmeyerek varlığına müsaade etmenin çelişkisi.
Tiksinilen ve varlığına müsaade edilenin yarattığı çelişkiyi Türkçeye “Sevgilim Kaç” olarak çevrilen Strange Darling filminde izliyoruz. Benim için 2024’te vizyona giren en çarpıcı filmlerden biri. Bir kötülük hikâyesi. Daha da daraltalım, bir seri katil hikâyesi. Yani, insanın insana yaptığı kötülüğün akla gelebilecek ilk örneklerinden birini konu alıyor. Sıklıkla görülmesi bakımından “sıradan” kötülüklerden biri. Ancak kanlı, korkunç ve üzücü gerçekliğine rağmen masalsı bir tonu da olması bakımından her anının içinde çelişki barındırıyor. Üstelik, her ne kadar kısa süreliğine olsa da, kötülükle empati yapmamızı sağlıyor ve bu çok rahatsız edici. Bu rahatsızlık hissine geri döneceğim.
Film, 6 bölümden ve bir de epilogdan oluşuyor. Bölümler sırayla gitmiyor. Film “Bölüm 3: Bana Yardım Eder Misin?” ile başladığında teknik bir sıkıntı var zannediyorum. Ya da yanlışlıkla ileri sarıldığını. Yani seyir deneyimini olduğu haliyle kabul etmek yerine zihnimin derinliklerinde bir yerlerde bana “her şey sırayla gitmelidir” diyen önyargımı devreye sokuyorum. Oysa bu önyargımı haksız çıkaran öyle çok deneyimim oldu ki… İlginç. Hayatın akışındaki düzensizliklere rağmen bir sıralılık, mantıklılık, düzen beklentisinin olması da, bu beklentiyi fark etmek de… Film bu noktada, sıralı gitmeyerek ama her an iyi ya da kötü bir düzene oturarak zamanın içindeki olasılıkların (birbiriyle çelişse de) bir arada var olabildiğini daha ilk dakikalarında gösteriyor.
Ve ana karakter. Kadın. Leydi. Kendine koyduğu isim dışında, adını bilmiyoruz. İnsanlara anlattığı hikâyeyi dinliyoruz biz de, hikayesini anlattığı insanlarla birlikte. Bir süre onun kim olduğunu, varlığını, hayata baktığı şekli hiç anlamıyoruz. Bu anlamama halinde kafa karışıklığına dair bir şey yaşamıyorsak eğer, belli ki bazı ön kabullerimiz bize onunla ilgili bir şeyler söylüyor. Burada da “seni anlamıyorum ama aslında nasıl biri olduğunu biliyorum” çelişkisi karşımıza çıkıyor. Kafamız karışıyorsa ama, belki de ön kabulleri, bazı yargıları susturabiliyoruzdur. Ben yapamadım.
Film akarken, bölümler ardışık sırayla gitmiyor olsa da bir süre sonra sıra önemini yitiriyor ve hikâye tahmin edilebilir bir noktaya geliyor. Sonunu tahmin etmek değil de, kötüyü ve kötülüğü tahmin etmek. Böyle anlatınca filmin büyüsü yok oluyormuş gibi görünüyor, ama öyle değil aslında. Tahmin edilebilirlik hali, hayatta da sürekli deneyimlediğimiz bir hal. Tam tersi söz konusu olsaydı, yani bir sonraki adımımız sürekli bilinmezliklerle dolu olsaydı yaşamımızı sürdüremezdik. Film de bizim için tahmin edilebilir bir noktaya geldiğinde bize bazı sorular sormaya başlıyor. Herkesin zihninde kendine özgü şekilde yankılanacak sorular, benim zihnimde şunlara dönüşmüştü:
“Bir terslik olduğunu hissettiğimde, neye göre o tersliği görmezden geliyorum? Ne olduğunda tersliğin varlığına yönelik bir önlem alıyorum?”
“Tanıdığım ve bildiğim kötülüğün, ilk defa deneyimlediğim kötülükten bir farkı var mı?”
“Alamadığım önlemden, gösteremediğim tepkiden; bütün bu olup bitenden ne kadar sorumluyum?”
“Kötüyü anlamak, yepyeni bir öğrenme deneyimi mi? Yoksa bir süredir varlığımıza eşlik eden bir durumu keşfetme olayı mı?”
Bu son soru özellikle, biraz önce bahsettiğim rahatsız edici empati duygusundan kaynaklanıyor olabilir. Belki de kötülükle empati, bizde var olan bir şeyin farkındalığına da işaret ediyor olabileceği için rahatsız edicidir. Filmde tekinsizliğin varlığında başlayan ve bir şeyler belirginleşmekte olduğunda bile devam eden o empati duygusuyla baş etmenin kolay bir yolu, belki de, hayatta bir şeylerden, kişilerden, çağdan, kötülükten nefret etmekten, tiksinmekten geçiyordur. Belki de ancak bu şekilde “anladığımız” ya da “varlığını keşfettiğimiz” kötülüğü kendimizden uzak bir yerde konumlandırabiliyoruzdur. Empatinin kucaklayıcılığı ve nefret etmenin dışlayıcılığının çelişkisi, düzensizliğin bir düzene oturduğunu fark ettiğimizdeki çelişki ve en çok da kendimizi dışarıda konumlandırırken her şeyin tam da ortasında olduğumuz o dev çelişki, “Sevgilim Kaç” filminin masalsılığında bütün gerçekliğiyle hatırlatılıyor.
Notlar
[1] Gerçi bu şekilde de okuyan kişinin zihnine müdahale etmiş oluyorum “beni böyle anlamayın.” gibisinden… Bazen her şey çok zor.
[2] Özellikle sosyal medyada sıklıkla karşılaştığımız “Ben bu çağdan nefret ettim. Etimle kemiğimle nefret ettim.” sözünden alıntı. Söz, şair Cahit Zarifoğlu’na ait.