Flu Ayar (III)

  • Reading time:19 dakika
// Pelin Özer //

Araya zaman girdiğinden mi nedir bende bir hüzün oluştu.

Zamanın göreceliği konusunda yıllar önce anlaştığımızı sanıyordum. Konuştuklarımız ne kadar canlı hafızamda. Daha dün gibi. Şaşırdım doğrusu. İnsan gençliğinde bunlar üzerinde durmaz sanılır ama biz epeyce neşter vurmuştuk meseleye. Bunu sana hatırlatmama bile gerek yok aslında.

Biliyorum ama yine de hüzne söz geçiremedim.

Hüzün vurgulu bir sözcük dostum. Demek ki düşünmemiz lazım.

İçeriğimizden sapmak pahasına mı?

İçerik biz’iz en nihayetinde. Bak sana ne diyeceğim: Genç sayılabileceğimiz o yıllar bir bakıma uzakta kaldığı halde nasıl oldu da hüzne baş köşeyi kaptırabildin?

Anlayamadım. Ne alakası var bunun gençlikle? Hem senin yaş’la böyle yüzeysel tarzda ilgileneceğini sanmazdım.

Gençlik ve onun çağrıştırdığı tüm olumsuz haller olgunlukta da insanın başına dert açabiliyor. Elbette yaş’la bir sorunum yok. Her yaş’ın şarkısını aynı anda duyup şakıyor kalbim.

Ya …….

Bedenim de. Merak etme. Dansından alıkoyduğum olmadı onu hiç. Kalbimle bedenimi hizalamaya çalışıyorum epeydir. Eminim içten içe sen de bunun peşindesin.

Bilmem, düşünmedim. Bıraktım işte, öyle yaşıyorum.

Senin yerine düşünen, çarpıp duran, kabaran yüreğin bedeninin bir parçası aynı zamanda. Unutma sakın. İlişki kaçınılmaz. Düşünsen de düşünmesen de beden bildiğini okuyor bir yandan. Ama çok iyi bir hal seninki. Düşünmemenin de mertebe olduğuna dair güçlü bir sezgim var. Oluşa tüm kapılar açılsın yeter ki içimizde.

Az evvel kurduğun hüzün-gençlik bağlantısına takıldı kafam. İyice anlamak istiyorum. Gençliğe olumsuz öykünme demek istedin sanırım.

Daha ziyade yakayı kaptırma. Gençlik alışkanlıklarının tekrarı. Hastalıklar arasında say bunu. Hüzün de bunlardan biri.

Hımmm. Hüznün yüceltilmesine karşı çıkmanın ötesinde onu alıp bir de hastaneye yatırıyorsun.

Habis ur. Ama korkma, apansız ve istemdışı bastıran gençlikle baş etmenin yöntemleri mevcut.

Gençliğim geçip gitti dostum; öyle apansız bastırdığını falan da sanmam.

Ah keşke bastırsa der gibisin. İşte bak, demek böylesi söylemler de flu ayar kapsamında ele alınmalı. Genel kabulden uzak nihayetinde.

Nedir o?

Hiçbir evrenin genelde sanıldığı gibi geçip gitmediği gerçeği.

Nasıl?

Hayatın evreleri kaskatı sınırlarla birbirinden ayrılmıyor demek istiyorum. Genelgeçer cümleler vardır ya; az evvel kurduğuna benzeyen……. Ah ah diye başlar ve feryatla noktalanır: Geçip gitti bir ömür……. Ya da şu ancak yaşlanınca uslanan, huzur bulan ruhlar……. Aslında bizden geçip gittiğini sandığımız bütün dönemlerimiz —hatta biraz daha ileri gitmek pahasına, bize henüz uğramamış dönemleri de bu pakete dahil edebiliriz— hiç de öyle sandığımız gibi sonlanmaz; esip dururlar üzerimizde, arada bir de konaklarlar. Şimdi pekâlâ gençliğe geçiş yapabilirsin örneğin. Kısa süreliğine ya da belli olmaz, uzunca da kalabilirler seninle. Bu beklenen bir hal değildir belki; iyi gelme ihtimali bulunduğu gibi harika sonuçlar da doğurmayabilir. Bunun özenmekle, öykünmekle hiç ilgisi yok. Gençlik ansızın seni yakalayıverir ve sen daha farkına bile varmadan yönetimi eline alır. Karşı koyamazsın. Bu sefer hüznüyle gelmiş sana. Bunu görmeni isterim.

Hiç böyle düşünmemiştim bak. Bana sorsan; gençlikte hüzün ne arar derdim. Ama şimdi hatırlıyorum o acıları, sancıları… Hüzne bulanmış genç yüzler geliyor gözümün önüne.

Hülyalı derine dalışlar çağı. Hafif yan duran başlar, sakın ha yaklaşmayın bakışları…

Orası öyle. Oyuncu gibiyiz. Hep. Bazen kendimi yaşımın ve şartlarımın insanı olmaya zorluyorum. Oysa o şartları da ben yaratmadım mı. Neden zorlanıyorum o halde?

Bunun cevabını sen bulacaksın. Sorduğuna göre bulmaya yaklaşmışsın.

Öyle mi dersin?

Tecrübeyle sabit. Dön deseler döner miydin?

Nereye?

Gençliğe.

Bilmem. Bunu kenara ayırayım düşünmek için. Sanırım istemezdim, ilk anda içimden geçen bu oldu.

Gençlik ve onun tüm uçarı-haşarı-çılgın-coşkulu-tutkulu-aşk dolu hallerine bayılıyorum aslında. Taklitten söz etmiyorum. O ayrı konu. Bahsettiklerim hep içkin haller. Ancak flu ayar detektörüyle tespit edilebilir. Beklenmedik anlarda kendimi o genç beceriksizliğimin içinde bulunca sevindiğim de oluyor. Doğruya doğru. Yaşlılığa da haksızlık etmek istemem ama bak; o rüzgâr da arada uğruyor toprağıma. Duyumsuyorum esintilerini. Gün içinde ne çok halimle yüzleşmem gerekiyor. Yaşlı-genç-çocuk-bebek benliklerimiz birbiriyle hep temasta.

Yorucu değil mi?

Bilmem, zenginlik gibi geliyor bana daha çok.

Bazen düşünüyorum da sanki gençken her şeyi biliyoruz, sonra yavaş yavaş unutuyoruz.

Bilgelik yaşlılığa yakıştırılıyor; oysa yaşı yok. Çocuklara, gençlere de pekâlâ uygun düşebilir. Bırakalım istediği zaman istediği yerde dursun. Bak işte dediğim gibi; hep bir sabitleme, bir kavramı bir yerlere sıkı sıkıya monte etme çabası. Bir de buradan bakılsa keşke: Nasıl zenginlik sunuyor bu karmakarışık yaşlar senfonisi. Mesela karşımda yaşlı biri var; bakıyorum ve zamanın onun üzerindeki tüm çalışmalarını izliyorum. Oysa daha ötesi var. Asıl merakım onda kendini o an gizleyen çocukluk, gençlik, olgunluk çağları. Katmanlar. Tam bulacağıma dair umuda kapılmışken bazen bir gölge düşüyor gözlemlediğim kişinin yüzüne ve apar topar zamanda yolculuğa çıkıyorum. Perdeler aralanıyor. Ya da bir çocuğu düşün, gözünün önüne getir. Onu yaşlandığında nasıl birine dönüşeceğini düşünerek gözlemlersen bak gör neler oluyor.

Hahaha. Bu da iyiymiş. Ama hiçbir cazip yaklaşım senin konuyu dağıttığın gerçeğini değiştirmiyor dostum.

Acelen yok değil mi?

Yok.

O halde…….

….

Flu ayar bir yandan da yavaşlama çalışması. Çünkü yavaşlamadan sezgini derinleştiremiyorsun. Ve beş duyu açılmak için sandığımızdan daha fazla talepte bulunuyor. Sadece sözcük bilgisiyle, ifade becerisiyle yetinemeyiz. Neyse. Bak ne diyeceğim. Sohbetimizin devamının geleceğini içten içe bildiğin halde neden hüzünlendin? Biz zaten gün aşırı konuşmuyor muyuz azizim.

Birbirimize böyle vakit ayırmanın lüksüne alıştım sanki.

Böyle derken?

Neredeyse profesyonelce. Hani söyleşimiz neredeyse yayımlanacakmış gibi. Ya da başka birileri de ona kulak verecekmiş…

Kendi aramızda konuştuklarımız yayılmıyor mu sence?

Hayır.

Flu ayar da konuşma. Uçup gitmeye, buharlaşmaya teşne. Onu kalıcı kılan nedir?

Edası. Kendisini başka türlü ciddiye alışı.

Şu an bu kapsamda sözcüklerini ciddiye alıyorsun da mesela yarın seni telefonla aradığımda bana söyleyeceklerini önemsemeyecek misin?

Tabii ki önemseyeceğim. Öyle değil.

Flu ayar sohbetlerimizi esneme antrenmanı gibi düşün. Olgulara başka gözle bakma çağrısı. Görünmeyeni görme arzusu, temrini; sezilene form verme girişimi. Açıldıkça artacak tanımlarıyla çepeçevre sarmalandığımızda biz de flulaşacağız muhtemelen. Dönüşümün bir başka eğrisine teğet. Buradan bir vaat çıkar mı emin değilim.

Sen ne dersen de flu ayar’da kalabalığız. Bunu duyumsuyorum.

Söz uçuyor ve nereye konacağı belli olmaz. Zaman da öyle. Flu ayar zaman deneyi bir bakıma. Zamanın eğilip bükülebilirliğinin tasdiklenmesi. Böylesi şeylerin platformu pek yok. Bunu yaratmış olmamız ve bir paralel düzlemde seslerimizin birbirine karışması ne muhteşem.

İtiraf edeyim, başta hevesini kırmamak için dahil olmuştum. Sonra işler değişti. Flu ayar’a bağlanacağımı düşünmezdim. Şaşırtıcı bir deneyim. Hüzün yüzüme vurdu bunu. Bak, işe yaradığı da oluyormuş hüzün gibi olumsuz duyguların.

Her ne olursa olsun hüzne varmamalı. Bütün delikleri kapatalım da girmesinler. Flu ayar’ı işlettiğimiz alanlarda hüznün barınmayacağına dair güçlü sezgilerim var. Konuşuruz bir ara. Flu ayar kapsamına girecek karşılaşmaların dönüştürücü etkisine odaklanmanı öneririm hüzün anlarında.

Aslına bakarsan eskisine oranla çok daha seyrekleşti hüzünle karşılaşmalarım.

Dikkatini çekerim; hüzün’le karşılaşmalarım dedin. Hüzün’lü karşılaşmalardan söz etmiyorsun. Hüznü bir karakter gibi düşünüyorsak eğer, pekâlâ çıkartabiliriz de hayatımızdan. Sandığımızdan çok daha kolay belki.

Bilmiyorum. Alışkanlıklarla ilgili olsa gerek. Hüzün de kemikleşmiş bir söylem. İnsanın erkenden bunlara uyanması lazım. Hep sofrana konunca o yemeği yiyorsun mecburen. Kendi sofranı kurmaya başladığındaysa geç oluyor. Bildiğin gibi devam ediyorsun. İçinden isyan bayrağını çeksen de.

Hüzünde buluşmak kolay. Birbirini aşağıya çekmek de öyle. Elverişli yanları var bazı duyguların. Ataleti yayıyor.

Atalet. Hımmm.

Bu sözcük pek kullanılmaz çünkü daha ziyade maskelenerek yerleşiyor hanelere. Enerjinin, yaratma kudretinin çekildiği alanlarda rastlanır ona. Boy atmak için uygun ortamı bulmuştur işte, sereserpe yayılır. Ohhh. Hüzün onu besliyor. Bu da yaratıcılığın, yaratıcı dostlukların, sevginin ve tabii dolayısıyla olumlu hallerin serpilmesine engel. O çorak toprakta hiçbir canlı yetişmez.

Eskiden herhangi bir eylem uç uca eklenecek, sürüp gidecek bir dizi olarak sunulduğunda bende bir tedirginlik yaratırdı. Üstelik onun öznesi bile değilken…

Nasıl bir tedirginlik?

Ya sürdüremezsem tedirginliği.

Katılmayı sürdürmekten mi bahsediyorsun yoksa içeriğe su taşıyamamak, eksik kalmak gibi bir kaygıdan mı?

Hepsi birden. Ya hakkını veremezsem, ya ilgimi yitirirsem, ya buna layık değilsem……… Bıdı bıdı uzar gider. Kendimi o yapıya ait hissetmişsem bir kere, bu sefer de onun beni sırtından atması ihtimaline karşı bir korku geliştiriyorum.

Belki sen ayrılacaksın?

Bak bunu hiç düşünmemiştim. Bir kere söz verdin mi asla uzaklaşamazsın. Böyle öğretilmiş bana.

Terbiye.

Evet, o kâbus. Ama çelikleşiyor işte. Oysa şimdi kendimde bir değişim algıladım. İçten içe sanırım sohbetlerimize karşı bir bağlılık geliştirdim. Bu beni tam olarak korkutmasa da yok olması ihtimali hüzünlendirdi.

Döngüsellik bir yana sonluluk-sonsuzluk kavramlarından bakarsak da bin türlü hikâye anlatabiliriz. Bana en cazibi şu gibi geliyor: Her an her şey bizim ötemizde dönüşürken ve biz de tüm hücrelerimizle bu dönüşün ve dönüşümün parçasıyken nasıl olur da içinde yer aldığımız yapıların, oluşumların kesintisizce ve sonsuzca aynı şekilde devam etmesini bekleriz. Flu ayar’a fazla anlam yükleme dostum. O da istemezdi bunu.

Doğruya doğru. Ama en azından bir gençliğini görelim, olgunluğuna yaklaşalım…

Hahaha. Şimdi neresindeyiz acaba?

Yürümeye başladı mı dersin?

Bilmem. Bence rahat olalım; tanımları falan bırakıp salalım çocukcağızı çayırlara.

Çocuk mu sence?

Lafın gelişi söyledim. Hangi yaşında olursa olsun çocukluğa geçmiş o haliyle gördüm kendisini cümleyi kurarken.

Hüzün, insanın evreleri, döngüsellik diye düşünmeye başladığımız noktada zaman çıkıyor karşıma. Bazen neden sürekli zamana açılıyor kapılar diye sorgularken buluyorum kendimi. Yazar olsam bana en çok bu sözcüğe savaş açarmışım gibi geliyor.

En çok kullandığım sözcüklerden biri gerçekten. Zaman. Sesini de seviyorum. Bir dönem sıklıkla yazdığımı görür, zorlanarak da olsa elerdim. Artık kaçmıyorum bazı sözcüklerden. Ziyaretime geldiklerinde meydanı bırakıyorum onlara. Tekrarsa tekrar. Buyurmuş gelmişler madem, oh, bi güzel kurulsunlar diyorum. Onları rahat ettireyim. Zaman çoktandır gediklisi sayfalarımın; ben istediğim kadar kapalı tutayım kapılarımı; aradığını bulmadan, istediğini almadan hayatta geri dönmez; açtırana kadar yumruklar. Ama ne de sevimli kadı beştir o. Bilmişlik mi ararsın, durmuş oturmuşluk mu; hepsi onda. Bütün yoğunluğuna-düşünen insan edalarına rağmen zıpır tarafları da yok değil. O kendince ağır takılıyor çoğunlukla ama ben oyunumu keyfimce sürdürüyorum. Artık ben miyim onunla oynayan yoksa o mu beni fırıldak gibi döndürüyor……. Vardır elbet bir bilen.

Kendinibilmezlik sana yakışıyor dostum.

Hahaha.

İyi güzel de sahi, biz neden açtık arayı?

İlla cevap peşindesin demek. Flu ayar’a uygun bir cevap düşünelim o halde: Kalpler yakın atarken zaman bile söz alamıyor. Çıkıp konuşacak kürsü bulamıyor. Özledim seni çok. Yine de içimde sürüp durdu sohbet. Yakınımda, yanımdasın. Belki de iç seslerimden birine dönüşmüşsündür çoktan. Flu ayar’dan rol çalanlar yine zihnimin-kalbimin mahsulleri. Ve hepsi aynı tarlayı ekip biçiyor. Aynı tarlada ekilip biçiliyor. Dolayısıyla ayrılıktan söz edilebilir mi…….. Emin değilim.

Ben de seni özledim. Gözlerinin içine baktığımda daha bir gerçeksin sanki. Hayatı böyle, daha somut algılıyorum. Farklıyız birbirimizden.

İyi ki öyle.

Ayırıp birleştiren de zaman. Bazı birlikteliklerde ritmi değişiyor.

Kalp gibi.

Ne güzel ama. Algıyı değiştiren yakınlıkların peşinden gidiyoruz. Bağımlılık geliştirmemizin sebebi de bu olsa gerek. Dostluğun değerini bir bakıma zaman algısı belirliyor.

Zaman öyle bir mesele ki günlerce alıntı yapabiliriz kütüphanenin karşısına geçip. Bence kitaplara değil kendimize, birbirimize bakarak, kendimizden yola çıkarak düşünelim. Göz açıp kapama sürelerimizde bile eminim duygu durumlarımıza bağlanabilecek bazı değişimler oluyor. Beynimizde biz hiç farkına varmadan açılıp kapanan bazı düğmeler var, o kumanda odasında alınan kararlar bizim üzerimizde uygulanıyor. Zaman da kan gibi pompalanıyor deseler mesela…… Akışın sekteye uğratılması bazı bilinçlenmelere yol açıyor olmasın. Zihnin uykuya yatması, sonra ansızın başka biri gibi uyanması. Hem kendi benliğine hem de bambaşka bir dünyaya, bambaşka bir zaman algısına. Bana göre bunu en iyi bilenlerden biri sensin.

Söyleşimizi mahrem alanlara çekmeyeceğimizi sanıyordum.

Aslında başından beri son derece mahrem sularda yüzüyoruz. Ruhsallığımızın ışığını bir kavrama, bir duyguya düşürdüğümüzde kabul diyorsun ama yaşantımızdan hiç örnek vermeyelim.

Böyle bir koku alsaydım yanaşmazdım teklifine.

Neden dostum? Şefkat sadece korumakla mı ilişkilendiriliyor? Açılmaya da önayak olamaz mı? Orası mayınlı tarla mı? Başka konulardan, daha genelmiş gibi görünenlerden bahsederken kendini sandığından çok daha fazla açık edebileceğini hiç düşünmedin mi?

Senin gibi ruhuma neşter vurmuyorum ben. Çok daha somut yerlerde dolaşıyorum. Ama bir yandan da dostluğumuzu benim için böylesine çekici kılan sende bir türlü sona ermeyen kazı çalışması. Ruhsallığım kazacağın tarla olmasın ama. Bir de üstüne üstlük örnekler sunulmasın hayatımdan. Pek bir özelliği yok ya hayatımın. Neyse. Mesele bu değil tabii.

Her hayat hikâyesi biricik. Sana katılmıyorum. Ve senin hayatın da bana göre son derece esinleyici. Ama tabii sohbetlerimizin niyeti yaşantının ortaya serilmesi değil. Yine de merak ediyorum: Kişisel tarihlerimizin aktarılması olasılığı seni tedirgin mi etti?

Evet.

Neden acaba? Zaman kavramı başroldeyken isabetli olurdu üstelik. Ne dersin?

Çok az kişinin bildiği bir konu bu.

Sır mı?

Evet. Tabii ki öyle. Neden şimdi bilmezmiş gibi davranıyorsun ki.

Sır tutmak ağırlaştırmıyor mu?

Bilmem. Sanmıyorum.

Bana sır tutmayanlar, daha doğrusu herhangi bir yaşanmışlığı saklamak gibi bir düşünceye hiç kapılmamış olanlar hayata daha kolaylıkla seriliyorlarmış gibi geliyor. Kapısı, penceresi açık evler gibi düşünebiliriz onları. Hem içeriye hava girmezse çürüme başlar. Öyle değil mi dostum?

Öyle olmasına öyle de hikâyeni sakınmadan nasıl rahat rahat anlatırsın seni hiç tanımayan birine?

Tam da tanışmadığınız için daha rahat anlatman beklenmez mi?

Hiç böyle düşünmemiştim bak.

İnsanları da tüm canlar kadar, cansızlar kadar, kâinat kadar çok sevmemin bir nedeni de onları kitap gibi açıp okuyabilme olanağı. Ah nasıl merak ediyorum her birini. Ama düşün ki bazıları kapakları sımsıkı kapalı kalsın diye özel çaba harcıyor.

Okunmasın diye yazılmış kitaplar da yok mu?

Var tabii. Pes ettirirler bir noktada. Kapıları zorlamak bir yere kadar elbet.

Sende kapı baca yok mu cancağzım?

Olmasın isterdim ama bilinmez. Bana rağmen vardır kesin. Kendimi ne kadar açıyorum insanlara diye sorarım sık sık kendime. Yeterince açıyor muyum acaba? Ya da karşımdaki ne kadar istiyor açılıp saçılmamı? Buna hazır mı? Taşıyacak mı? İstemeden yük mü oluyorum ona yoksa? Bana kalsa hep kapağı açık bir kitap gibi belirmek isterdim.

Sen öyle bir kitap olsan sayfalarındaki yazılar da sürekli değişirdi.

İşte beni tanıyan can dost!

Hahaha. Nihayet aldım onayını.

Alırsın tabii. Farklıyız, biliyorum. Ancak kendin karar verdiğinde dışavurulur sır. Seni buna zorlayacak halim yok. Ne sır sahibi olman imtiyaz kazandırır sana ne de sırrını bilmek ayrıcalığım olur benim. Ama tüm insanlığı tek bir beden-zihin-kalp gibi düşünürsek; işte o zaman —fantezi bu ya— tüm sırların aynı anda koyverilmesiyle tıpkı kasılan uzuvların rahatlatılmasında olduğu gibi derinden bir gevşeme, rahatlama, ferahlık sağlanmaz mı…….

Kasım 2024, Büyükada-Kalamış