İki Santimetrekarelik Özgürlük Alanı

  • Reading time:10 dakika
// Melike Kara //

“Başkası olma kendin ol, böyle çok daha güzelsin!” Bu mesajı ne çok alır olduk değil mi? 1994’te Tarkan’ın bu sözlerle yaptığı patlamadan sonra işler epey karıştı. Bugün bu “Kendin ol!” mesajı, bir taraftan her bir insanın biricikliğine ve bunun birbirinden farklı ifadelerinin yaşam bulmasına destek sunarken, diğer taraftan “Herkesten farklı ol!” gibi asla yerine getirilemeyecek gizli bir beklenti yükleyen kapitalist bir araca dönüşmüş durumda. Sabit bir benlikten de bahsedemeyeceğimizi hatırlarken, bu “biricik vahşi ve kıymetli hayatımızla ne yapacağımızı”[1] nasıl bulabiliriz? Bence bu soru, otantik varoluşumuzu, yaşama sunabileceğimiz biricik hediyelerimizi ve dinamik kendiliğimizi bulmaya çalışmakla ilgili olduğu kadar, bir adım geri gidip, tüm bunların doğması için gereken koşulları araştırmakla da ilgili.

Benim için bu koşulların ne olduğunu düşünürken, zihnimde pembe neonlarla bir kelime belirdi: Accommodation! Nöroçeşitli çevrede karşılaşabileceğiniz bir ifade bu. Türkçede baktığımda uyum, uzlaşım, akomodasyon (en süperi bu) kelimeleriyle karşılandığını gördüm. Kısaca nöroçeşitli bireylerin de (Beyinleri tipik olarak kabul edilenden farklı şekilde işlev gösteren bireyleri tanımlamak için kullanılır. Otizm spektrum bozukluğu, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, disleksi gibi – bu tanılarda kullanılan “bozukluk” ifadesine de fena halde bozuluyorum, ama şimdi bundan bahsetmeyeceğim.) ihtiyaçlarını karşılamak ve onların da rahat hissedebilecekleri düzenlemeleri yapmak anlamına geliyor. Nöroçeşitliler için ihtiyaçlar çok çeşitli olabildiği, fiziksel bir engelde olduğu kadar görünür olmadığı ve bu alan hala çok fazla yanlış anlamalarla dolu olduğu için, biz nöroçeşitliler için ihtiyaçlarımızı karşılamak pek de kolay olmuyor. Özellikle de günlük yaşamda kendimize uygun düzenlemeleri yapmak ve gerektiğinde talep etmek yerine (ki bu herkes için son derece geçerli bir ihtiyaç), nörotipik dünyaya uyum sağlamaya alıştıysak. Bu durumda çoğunlukla yıllarca süren “maskeleme” davranışlarımızın derinlerine inerek, otantik varoluşumuzun yeterince güvende hissedip açığa çıkması için nelere ihtiyaç duyduğumuzu düşünmemiz gerekiyor ki maskeleme davranışı yerine ihtiyaçlarımızı karşılamayı koyabilelim.

Kişisel deneyimimden bahsetmek istiyorum. Vaka analizi yapalım biraz.

Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğum var. 28 yaşımda tanı aldım. Bu tanıyı yetişkinliğinde alan birçok insan gibi ben de kişisel özelliğim saydığım, “bozukluk” sandığım, “ben neden bunu yapamıyorum, herkes yapıyor” diyerek zorlandığım şeylerin asıl nedenine bakmaya başladım ve beynimin çalışma biçimiyle tanıştım. İnsanın kendine bakması, kendiyle tanışması çoğu zaman pek konforlu olmaz, eminim bunu siz de bilirsiniz. Benim için de pek konforlu olmadı tabii. Uyum sağlayamadığım, ait hissedemediğim, otantik varlığımı çok sınırlı zamanlar ve kişilerle paylaşabildiğim bir yaşamda, yanlış yere yerleştirilmeye çalışılan bir yapboz parçası gibiydim ve oraya sığmak için sağımı solumu törpülemem gerekmediği bilgisi şifasıyla beraber o arada törpülenip giden sağıma ve soluma duyduğum hüznü de getirdi. Ama bunları anlatmayacağım. Zamanda biraz geri gideceğiz şimdi ve çocukluğumdan hatırladığım, en mutlu, en güvende, en “kendim gibi” hissettiğim anı anlatacağım.

Kaç yaşında olduğumu bilmiyorum. Böyle hikayeler anlatırken yaşlarını hatırlayan insanlara da hep şaşırırım. Sanki benim anılarımdan zaman boyutu alınmış da geriye uzayda asılı bir nokta kalmış gibi. Yaşıma dair söyleyebileceğim tek şey, o zaman oturduğumuz evden dolayı, ilkokul çağında olduğum. Bir çıkmaz sokakta, yan yana duran beş tane dört katlı apartmanın, en sonuncusunda ikinci katta oturuyoruz. (Üstümüzde Esmalar, onların da üstünde Verdalar oturuyor. En yakın arkadaşlarım onlar. Acaba bilmek ister miydim en yakın arkadaşlarımla bir daha aynı apartmanda oturmayacağımı? Ama şimdi bundan bahsetmeyeceğim.) Sokağın bir yere çıkmadığı yerde, dar bir geçitten “arka bahçe”ye çıkılıyor, geçerken bizim apartmanın yan duvarına tutunmak gerekiyor. Arka bahçe dediğimiz yerde, apartmanların arkasında dar bir yol var, iki çocuk eninde. Hemen yanında bir duvar yükseliyor, duvarın yükseldiği yerden “arka mahalle”yle aramızdaki sınırı belirleyen tellere kadar toprak bir alanda ağaçlar var. (Meyve ağacı diyenler de var, ben diyemiyorum. Ağacı meyvesiyle anmak kalbimi kırıyor. Hediyesi gibi düşünmek istiyorum. Mevsimi gelmediyse, ya da henüz meyve vermediyse, ceviz ağacının da mesela kalbi kırılmaz mı? Ama bundan bahsetmeyeceğim şimdi.) Yan yana duran apartmanlara paralel ilerleyen bu bahçedeki ağaçlarda elma ve kiraz oluyor. Bunları hatırlıyorum çünkü en sevdiklerim bunlardı. Yeşil, ekşi elmalar ve incecik dallarına salıncak kurduğumuz kirazlar. Duvarın üstüne çıkıp, toprak tozuna bulanıp, eğrelti otlarının arasından geçip o ağaca ulaşıyorum. Tırmanıp yemyeşil, ekşi, kütür kütür bir elma koparıyorum, belki de iki; tişörtümü yukarı kıvırıp oluşturduğum kanguru cebime koyuyorum. Düşmesin diye bir elimle tişörtümü tutarken, diğer elim ve iki bacağımı kullanarak çok tehlikeli bir işe girişeceğim. Annemin sıkı sıkı tembihlediği, “Aman kızım sakın!” dediği; hikayenin sonucuna göre “Allah razı olsun” denebilecek ama benim tarafımdan “Ne varmış ya” denen komşu teyzenin beni görünce annemi arayıp uyardığı şeyi yapmaya. Bir çatıya çıkacağım! Çatı dediysem, öyle tehlikeli bir şey değil. (Komşu teyzeyi endişelendiren çatı başka, bizim çıkmaz sokaktan kenarları tırabzan yerine böğürtlenlerle dolu bir merdivenle inilen ilkokulun tek katlı anaokulunun çatısı. Tehlikeli değil, çünkü çok yüksek değil. En azından çıktığım taraftan düşecek olursam. Çıkmak da zor değil çünkü okulun bahçesine inen merdivenden kolayca çatıya geçilebiliyor. Çatıda girintili çıkıntılı, dalgalı bir üst panel var, adını bilmiyorum ama oturunca bacaklarımı o oluklara denk getirip uzatmayı ve üzerime uzanan çınarın yapraklarıyla oynamayı seviyorum. Ama şimdi bundan bahsetmeyeceğim.)

B blokla C blok arasında kalorifer dairesi var. Arka bahçe ile ön cephe arasındaki zemin farkından ve dünyanın da beni sevmesinden dolayı, iki blok arasındaki, üstü anaokulunun dalgalı çatısından yapılmış kalorifer dairesinin çatısına azıcık çabayla çıkabiliyorum. C bloğun duvarına yakın taraftan, ayaklarımı çatıdaki dalgaların tepe noktasına denk getirerek en uca kadar yürüyorum. Bu çatı hafif bir eğimle arka bahçeden ön tarafa doğru yükseliyor. Evimizin bulunduğu çıkmaz sokağın bir tepenin üstünde olmasıyla çocuk bedenimin uzayda kapladığı yerin perspektifle çarpımını toplarsak dünyanın tepesindeyim şimdi. Çatının ucuna oturup ayaklarımı bulutların üstüne sarkıtıyorum. Bir boğaz burası, rüzgar esiyor. Güneşli bir gün ama yanmıyorum. Karşıdaki tepeye doğru bakıyorum, arkasında İstanbul’un olduğunu düşündüğüm tepe bu, yoksa başka bir şehir miydi? Değişik şekilli evleri, tek katlı bahçeli lojmanları, bu uzak tepenin en üstündeki yine eğimli bir çatıdan yansıyan güneş ışığını ve bulutları izleyerek elmamı yiyorum.

Bu an yaşamımın çapası. Kendimi bulamadığımda hatırladığım an. Var olduğum, kendi yaşamımı yaşadığım, kendi varlığımdan keyif aldığım bir an. Düşünüyorum, nedir bu içinde özel bir şey olmayan anı bu kadar özel kılan? “Kendim olmak” üzerine düşünürken bu anı hatırlamamın sebebi nedir? Belki iyi hissettiğim ve kendi varlığımı deneyimleyebildiğim bir yerde olmak dış uyaranları azalttı ve hiperaktif beynim de rahat bir nefes aldı. Zihnim sessizleşti ve yalnızca var olmayı deneyimledim. Belki de bir ara vermeye ihtiyacım vardı; arkadaşlardan, oyundan, okuldan ve evden uzak, kimsenin beni görmediği, benim de kimseyi görmediğim kısa bir “inziva”ya. Belki de orası, o çocuk bedeninde, birilerinin birlikte şarkı sözü uydurduğu en iyi arkadaşı, birilerinin gözünden sakındığı çocuğu, dünya tatlısı bir çocuğun ablası ve öğretmeninin gözdesi olmanın dışında, tüm bunların ötesinde-berisinde kim olduğumu, nasıl bir varlık olduğumu hatırladığım, böylece içsel kaynaklarımı doldurduğum ve dengelendiğim bir yer. Öyle bir kaynakmış ki 32 yaşımda da elimden tutmaya devam ediyor.

Kimi zaman biricik ihtiyaçlarımızı karşılamak için daha fazlası gerekebilir, ama bazen, sadece bazen, böyle bir “iki santimetrekarelik özgürlük alanı”[2] içsel gücümüzü beslemeye yetebilir. Özgüçlerimle buluşmak ve başkası olmayıp kendim olmak için bir çatının tepesine çıkmam gerekmediğini biliyorum bugün. Siz de düşünün isterim, kendi “iki santimetrelik özgürlük alanınız” için nelere ihtiyacınız var? Bu soruyu sahiden sormanın ne kadar iyileştirici ve güçlendirici olduğunu hatırlayalım istiyorum. Tabii gereken yerde, gereken adımı atmak ve talep etmek de sevdaya dahil.

 

Kaynaklar

[1] Mary Oliver, “The Summer Day”, The Truro Bear and Other Adventures, Beacon Press, 2008, s. 65.

[2] Tomris Uyar, Gündökümü: Bir Uyumsuzun Notları – 1, Yapı Kredi Yayınları, 2003. Tomris Uyar 1976 yılının 12 Haziran günü yazdığı gündökümünü şöyle bitiriyor: “Peki, yerleşmiş bir düzeni iki santimetrekarelik bir özgürlük uğruna hangi yiğit tepebilir? Kim mi? Şimdi iki santimetrekareye sahip çıkamadıkları için ilerde bir milimetrekarenin ceremesiyle uğraşacak yiğitler.”