Şiddetin İçinde

  • Reading time:9 dakika
// Gülden Alaz Meriç //

Kargo grubu 2000 yılında “Renklerin İçinde” şarkısını çıkardığında şarkıyı bütün radyolarda duymaya başladık. Çoğul konuşmaktan çekinmeyeceğim, biz onu çok sevdik. “Biz” derken o yıllarda müzik dinlemeyi seven çocuk ve yetişkin bireyleri kastediyorum. Öyle ki o şarkıya özgü keman melodisini duyunca bile içimizde halen bir şeyler kıpırdar. Yakın zamanda gittiğim konserlerinde de bu şarkıya eşlik ederken 33 yaşındaki Alaz olarak değil, çıktığı yılda 9 yaşında olan Alaz olarak eşlik ediyordum sanki.

Ne diyordum, radyolar evet. O yıllarda sevdiğimiz müziğe ulaşmak için albüm satın almak ya da şarkıya radyoda denk gelmek gerekiyordu. Sevdiğimiz şarkıları boş kasetlere doldurmak da başka günün konusu olsun. Video kliplere ulaşmak ise tam bir denk geliş meselesiydi. Sınıf arkadaşımla birbirimizi ev telefonundan “Çabuk şu kanalı aç! Renklerin İçinde çıktı.” diye arardık, telefona anneler çıkmadığı sürece konuşmamız bu cümleden ibaret olurdu, diğer türlü olduğunda “Merhaba X teyzeciğim, müsaitse Y ile görüşecektim, olur iletirim, annemlerin de selamı var.” kısmı da eklenirdi.

Bu klip, birçok açıdan çok özeldi. Hüzünlü kısa bir film gibiydi. İlettiği iki güçlü duygu, sevgi ve korku, o kadar kısa zamanda çok yoğun olarak hissedilirdi. Renklerin İçinde’yi bu kadar özel yapan diğer husus ise şiddetin hallerine dikkat çekmesiydi. Bu klipte sevgi, ilkokul öğrencileri ve kadın öğretmen, korku ise erkek öğretmen karakteriyle iletiliyordu. Klibin baş kahramanı olan erkek öğrenci, çocuksu bir aşkla kadın öğretmene yumuşacık bir sevgi besliyor, hiç haberi olmasa da sınıf arkadaşı tarafından benzer bir çocuksu sevgiyle seviliyordu. Erkek öğretmen ise sevginin dışavurumuna bütün varlığı ile karşıydı. Erkek öğrencinin sıraya çizdiği kalp, bu öğretmen tarafından kulak çekme ve avuçlara cetvelle vurma olarak karşılık bulmuştu. Kadın öğretmen ise çok farklıydı. Öğrencilerinin başını okşayan, onların sevgisinin farkındalığı ile mutlu olan bir karakterdi. Sıranın üzerindeki kalbe verdiği tepki, kalbi gördükten sonra gelen ilham olmuştu. Şarkıdaki ikonik keman melodisinin onun tarafından çalındığını izleyerek anlıyorduk bu ilhamı.

Kulak çekme ve cetvel dayağı artık eskiden olduğu gibi normal karşılanmıyor. Ama şiddet, her ortama uyum sağlayan doğasıyla varlığını sürdürüyor. Klibe son bir bakış daha atarsak, orada erkek öğretmenin kadın öğretmene direktifler verdiği bir anın varlığını da fark edeceğiz. Fiziksel şiddetin daha göz önünde olduğu bu klipte bir de insanın kendi gücünün bilincinde oluşundan gelen ve karşı tarafa, fiziksel şiddet yoluyla olmasa da, psikolojik üstünlük kurarak dayattığı kural koyuculuk da işlenmişti. İşte şiddet, daha çok bu özelliği ile aynı anda her yerde yaygın olarak var olabiliyor. Bir anlamda biz, hepimiz, bir şekilde şiddetin içinde yaşıyoruz.

Psikolog Susan Nolen-Hoeksema’nın çalışmalarından verdiği bir örnekte eşiyle yaşadığı sorunlar nedeniyle boşanmayı düşünen bir kadın, Marcia, ilişki danışmanlığı alırken şöyle bir farkındalık yaşamıştı:

“En nihayetinde Dr. Glass’ın da dediği gibi, Peter’ın şiddet geçmişi yoktu. Bu yüzden muhtemelen yaşanabilecek en kötü şey kocasının sinirlenip ona bağırması olurdu ki bu zaten daha önce birçok kez yaşanmıştı ve Marcia pekâlâ bir kez daha bu durumun üstesinden gelebilirdi.”[1]

Nolen-Hoeksema’nın kitabında ele aldığı bu çalışmanın kitaptaki rolü kadınların sosyal hayatın içinde nasıl da aşırı düşünmeye itildiğini örneklemek olsa da burada dikkat edilmesi gereken bir şey daha var: şiddet geçmişi olmadığı söylenen partnerin artık alışılagelmiş bağırma pratikleri. Üstelik bu partner, aile içinde “her şeyi kontrol altında tutan adam” olarak da tanımlanıyor ve eşinin evliliğe ve çocuklarına dair sorunları paylaşmaktan çekindiği biri olarak da tarif ediliyor. Bütün bunların ışığında, bu kişinin şiddet geçmişi olmadığı nasıl söylenebilir?

Marcia’nın yaşadığı kontrol altındalık ve çekinme halinin, şiddetin duygu ve düşünce boyutuna yansıması olduğunu söylersek yanlış bir şey söylemiş olmayız. Şiddetin bu boyutu bedende herhangi bir görünür iz bırakmadığı için rahatlıkla gözden kaçabilir; ifade edilmek istendiğinde başkaları tarafından duyulmayabilir; ancak giderek kendi varlığını sağlamlaştırır, yerini garantiler, ilişki dinamiklerinin içinde giderek sıradan bir hale gelerek, inciticiliğinden hiç de bir şey kaybetmeden üstelik, var olmaya devam edebilir. Bu kontrol altındalık ve çekinme haline zaman zaman tehdit altında hissetme durumu da eklenirse (örneğin dışlanma korkusu, terk edilme anksiyetesi, işten çıkarılma olasılığı) bir anda kendimizi hiç istemediğimiz iletişim biçimlerinde, ilişkilenme pratiklerinde, aile dinamiklerinde ve çalışma pozisyonlarında bulabiliriz. Evet, kendimizi aniden bir yerde bulmaktan bahsediyorum. Rotası belli, nereye gittiğinden emin olduğumuz bir yol, yönümüzü hiç değiştirmediğimiz halde birdenbire yabancısı olduğumuz, baskılandığımız, yönlendirildiğimiz bir rotaya dönüşebilir. Çünkü şiddet, fiziksel bir etkisi olmadığı durumlarda bile değiştirici, dönüştürücü, baskılayıcı bir etkiye sahip olabilir. Bunu da etkisi altına aldığı bireyin karar mekanizmasını yani özgürlüğünü; biricikliğini yani özgünlüğünü işgal ederek yapar. Şiddet, zaman içinde ast ve üst ilişkisi yaratarak ve bu yarattığı hiyerarşik durumdan adeta tekrar tekrar doğarak kişiyi kendi hayatında edilgen bir hale getirir.

Şiddetin bu türlüsü, yani fiziksel yara bere bırakmayanı hayatın her alanında karşımıza çıkabilir. Bir kitapçıyı gezerken bile fark edebiliriz onu. İkna “sanatı”, evet dedirtme, hayır cevabını kabul etmeme üzerine kitaplar rafların arasından hemen fark edilir. Karşı tarafın karar mekanizmasının hiçe sayılmasının bir başarı malzemesi, reklam taktiği olarak kullanılması, üstünde çok düşünülmediğinde problem olarak görünmeyebilir. Ama biraz olsun düşündüğümüzde bazı haklarımızın elimizden alınmasına yönelik olduklarını fark etmek mümkün: amiyane tabirle, kafamıza yatmama hakkı, pek de hoşlanmama hakkı, genele hitap etmeyen bir fikirle de var olabilme hakkı, hayır deme hakkı… Şiddetin bu tarz noktalarda karşıdakinin iyiliğini isteyen bir tavır, aşık bir kişinin emekleri, başarıya ulaşma çabası gibi aslında şiddetsiz var olduğunda en güzel halleriyle var olan yaşam pratiklerinin yerine geçtiğini de bir şekilde zarar görerek deneyimleyebiliriz.

Peki birey olarak ne yapmalı? Görünmeyen halini de ele aldığımızda, ki almalıyız, şiddet bu kadar yaygınken, yaşam boyunca şiddet uygulayan ya da şiddet gösteren tarafta olmak çok kolay bir hale gelebilecekken, bir anlamda şiddetin içinde yaşarken elimizden neler gelebilir? Elbette yardım istemek, güvenli alanlarımıza yönelmek, kendimizi korumak. Ama her şeyden önce şiddet gördüğümüz ya da şiddet uygulayabileceğimizin farkında olmak. Tam da bu noktada kendimize yönelttiğimiz bir soru bize çok yardımcı olabilir: Benim salt varlığım ya da bir davranışım herhangi bir insanın kendi zihni, değerleri, hayata bakış açısı doğrultusunda özgürce, kendini tehdit altında hissetmeden, potansiyelinden kısmak zorunda bırakmadan var olmasını engeller mi? Bu sorgulama belki de bir bakışın, yükselen bazı seslerin, gerçekleşme olasılığı olan herhangi bir kaygı tetikleyicisinin saklandığı yerden çıkmasını, bir yara bere gibi göze görünür hale gelmesini sağlayarak doğru müdahale için atılması gereken adımı da beraberinde getirir.

“Yardım almanın herkes için mümkünatı” üzerine sadece olumlu konuşabilmeyi çok isterdim. Belki bir gün o da olur. Bugün fark edebilmek üzerine konuşmakla yetinmiş olayım. Ve açayım da bu yazı için düşünce akışımı başlatan Renklerin İçinde’yi dinleyeyim, klibini izlemeden bu sefer.

 

Kaynaklar

[1] Susan Nolen-Hoeksema, 2003, Aşırı Düşünen Kadınlar: Overthinking “Zihnim Neden Hiç Susmuyor?” p. 234.